
14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının ‒bizce küçük bir yön dışında‒ temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)
Ön not
Garbis Altınoğlu, uzun yıllar İran’ın emperyalist saldırganlık tarafından kuşatılmasına dikkat çeken yazılar yazdı. Marksizm-Leninizmin öğreti olarak genel doğrultusunu temsil etmek bakımından bir mihenk gördüğümüz Altınoğlu’nun bu ülkeyi ta 2000’lerin ilk yıllarından beri neden savunduğunun gerekçeleri bizatihi bu bilgi yüklü ve öğretinin temel ilkelerini yansıtan yazılarında bulunuyor.
Aşağıda sunduğumuz yazı, 11-22 Ekim 2005’te yayınlanan uzun çalışmanın üçüncü bölümü. Yazının ilk iki bölümünü önceki günlerde yayınlamıştık. Altınoğlu’nun yazısı, 2011’de Belge Yayınları tarafından Ortadoğu: Seçme Yazılar adıyla kitaplaştırılan yapıtta da yer alıyor. Önümüzdeki günlerde yayınlayacağımız son bölüm “Kürtlerin Konumu Üzerine Birkaç Söz” başlığını taşıyor.
Bu vesileyle, değerli Ermeni Marksist-Leninisti bir kez daha saygıyla anıyoruz.
***
Anti-Siyonist Yahudi yazar ve aktivist Uri Avneri’nin, ABD’nin düşmanlarına saldırmaya hazır bir “Rottweiler köpeği”ne benzettiği İsrail’in, İran’a karşı sürdürülen kampanyada çok özel bir rol oynadığı tartışma götürmez. Aslında ABD ve İsrail, İran’ı yıllar öncesinden, Şah Rıza Pehlevi’yi deviren 1979 İran “İslâm devrimi”nden itibaren hedef almışlardı. Bu iki ülke stratejik çıkarları uyarınca, Saddam kliğinin 22 Eylül 1980’de İran’a saldırmasını teşvik etmiş ve sekiz yıl süren bu savaşta, daha çok ve esas olarak Irak’a olmak üzere her iki tarafa da yardım ederek İran ile Irak’ın birbirlerini zayıf düşürmelerini ve tüketmelerini sağlamışlardı. Yukarda da göstermiş olduğum gibi ABD emperyalizminin İran ve Irak’a karşı yürüttüğü kuşatma, teslim alma ve çökertme politikası, asla G. W. Bush kliğinin iktidara gelmesiyle başlamadı. 1990’ların başlarında İsrail, böyle bir savaşı tasarlamaya başlamıştı bile. İsrail Şahak, 1993’te yayımlanan Open Secrets: Israeli Nuclear and Foreign Policies (=Açık Sırlar: İsrail’in Nükleer ve Dış Politikaları) adlı kitabında,
“1992 ilkbaharından bu yana İsrail’de kamuoyu, bir İran savaşı olasılığı, İran’ın topyekûn askerî ve siyasal yenilgisiyle sonuçlanmasını sağlamak amacıyla yapılacak bir savaş olasılığı için hazırlanmaktadır” diyordu.
George H. W. Bush’un ve öncellerinin Irak ve İran-karşıtı politikasını devralan Bill Clinton’ın devlet başkanı olduğu 1993’ten itibaren ABD, bu iki ülkeye karşı, özel olarak İsrail’in çıkarlarını gözeten ve “dual containment” (ikili kuşatma) adı verilen bir politika izlemeye başladı. Bu politika, 11 Eylül olaylarından sonra açık tehdit, destabilizasyon çabaları ve aktif savaş hazırlığı hâlini aldı ve Irak savaşına hazırlık döneminde ve özellikle de onu izleyen dönemde histerik bir İran düşmanlığına dönüştü.
Örneğin, ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesinden kısa bir süre sonra, 4 Ocak 2002’de The Jerusalem Post’ta yayımlanan bir yazısında, İsrail eski başbakanı Binyamin Netanyahu şöyle diyordu:
“Amerikan gücünün Afganistan’da Taliban rejimini devirmesi üzerine El Kaide şebekesi çöktü. Şimdi ABD diğer terör rejimlerine –İran, Irak, Arafat diktatörlüğü, Suriye ve diğer bazıları− karşı da aynı biçimde harekete geçmelidir.”
Gene ABD’nin Irak’ı işgalinden bir yılı aşkın bir süre önce, yani 5 Şubat 2002’de Londra’da yayımlanan The Times, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un “İran’ın dünya terörünün merkezi” olduğunu ve “Irak’taki çatışma sona erer ermez onun, (yani Şaron’un – G. A.) İran’ın ‘işi bitirilmesi gerekenler’ listesinin başına konması için çaba harcayacağını… Onun, İran’ın ‘dünyadaki bütün terörün ardındaki güç’ olduğunu ve İsrail için doğrudan bir tehdit oluşturduğunu” belirttiğini yazdı.
3 Temmuz 2003’te Nucleonics Week adlı bir dergide yayımlanan bir habere göre, İsrail Dışişleri Bakanlığının bazı üst düzey görevlileri, Haziran ayında başka ülkelerdeki bazı meslektaşlarına, İran’ın Natanz gaz santrfüj tesisini tamamlaması ve uranyum zenginleştirme çalışmalarına başlaması hâlinde İsrail’in bu tesisi yoketmek için bir askerî saldırı düzenleyeceğini aktardılar.
Knesset Savunma Plânlaması ve Politikası Altkomitesi Başkanı Ephraim Sneh imzasıyla yayımlanan 23 Eylül 2003 tarih ve “Iran after the Iraq War” (=“Irak Savaşı Sonrasında İran”) başlıklı raporda şunlar söylenmişti:
* Bugün İran, bir Yahudi devleti olarak İsrail’in varlığı açısından en büyük tehlikeyi oluşturmakta ve aynı zamanda İsrail-Arap barış sürecini tehdit etmektedir.
* İran, nükleer bomba yapmak için çok ciddi bir çaba harcamakta ve bunda Ruslar çok önemli bir rol oynamaktadırlar…
* Tahran, çoğu kez İsrail’e dönük terörist saldırıların arkasındaki malî kaynak olarak öne çıkmaktadır…
* İran Devrim Muhafızları Hizbullah’la el ele Güney Lübnan’a, Kuzey İsrail’in tümünü hedef hâline getiren 10,000 Katyuşa roketi ve yüzlerce uzun menzilli roket yerleştirmişlerdir.
Kasım 2003’te İsrail “Savunma” Bakanı Şaul Mofaz, İsrail silâhlı kuvvetleri komutanları huzurunda yaptığı bir konuşmada şunları söyledi:
“İran’ın nükleer çabaları, İsrail’in gelecekteki varoluşu bakımından en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır… Biz, −Tahran’daki− aşırı rejimin bu türden silâhlar edinme şansını geciktirmek ya da önlemek için ABD’nin rehberliği altında elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.”
Bu sözlerin söylenmesinden birkaç gün sonra Washington’u ziyaret eden ve bu arada Dışişleri Bakanı Colin Powell, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney’le görüşen Mofaz, yaptığı basın toplantısında, İran’ın nükleer programının bir yıl içinde dönüşü olmayan noktayı geçeceğini söyledikten sonra ABD’yi, İran’ın nükleer silâh edinmesini önlemek için yoğun çaba harcamaya çağırdı.
İsrail-yanlısı bir site, 2004 yılında Başbakan Şaron’a “Danyal Projesi: İsrail’in Stratejik Geleceği” başlıklı bir İran savaşı plânı sunulduğunu yazdı. Aaron Klein’ın aktardığına göre, bu plânın, eski Knesset üyesi/ İsrail hava kuvvetleri plânlama şefi olan yazarlarından biri, İsrail’in girişeceği önleyici saldırının “saklı olanları da içinde olmak üzere İran’ın bilinen tüm nükleer tesislerinin ve yeraltı tünellerinin vurulmasını, bilim adamlarının öldürülmesi gibi örtülü eylemleri ve diğer gereken şeyleri” içerdiğini söylüyordu.[1]
İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi, 21 Eylül 2004 tarihli sayısında ABD’nin İsrail’e 500 adet lazer/ uydu güdümlü bunker delici bomba satmayı plânladığını duyurdu. Gazeteye göre bu bombalar, İsrail’in İran’ın yeraltındaki pekiştirilmiş nükleer tesislerine karşı kullanılacaktı.
İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom 23 Eylül 2004’te BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Uluslararası toplum artık −Londra’ya, Paris’e, Berlin’e ve Güney Rusya’ya ulaşabilen füzeleriyle− İran’ın sadece İsrail’in değil, tüm dünyanın güvenlik ve istikrarı açısından bir tehlike oluşturduğunu kavrıyor. Gerçekten de İran, dünyanın bir numaralı terör, nefret ve istikrarsızlık ihracatçısı sıfatıyla Saddam Hüseyin’in yerini almış bulunuyor” diyordu.
Bu tarihten bir ay sonra ise gene İsrail Başbakanı Şaron, “İran; kendini nükleer silâhlarla ve balistik taşıma araçlarıyla donatmak için elinden gelen her şeyi yapıyor ve Suriye ve Lübnan’da devasa bir terörizm ağı oluşturuyor” diyecekti.
Kasım 2004’te Brüksel’de NATO-İsrail protokolü imzalandı. Bu protokol uyarınca, İsrail ile, içlerinde Mısır, Ürdün, Cezayir, Fas ve Moritanya’nın da bulunduğu Arap ülkelerinin ortak askerî tatbikat ve “anti-terör manevraları” yapmaları kararlaştırıldı.
Şubat 2005’te Başbakan Şaron, İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’u görevden aldı ve yerine İsrail hava kuvvetlerinde general olan Dan Halutz’u atadı. Bazı gözlemciler, İsrail’in tarihinde ilk kez bir havacı generalin bu göreve getirilmesinin, İran’a karşı yapılacak hava saldırısının koordinasyonu için gerekli görüldüğünü düşünüyorlar. Halutz, 1981’de Irak’ın Osirak nükleer santralinin bombalanmasında görev alan subaylardan biriydi.
Şubat 2005’te ABD “Savunma” Bakanlığı yetkilileri gazetecilere yaptıkları açıklamada, İsrail’in son 1,5 yıldır kendilerini −gelinen noktada 6 ay içinde nükleer silâh üretimine başlayabileceğini söyledikleri− İran’ın nükleer programı konusunda bir şeyler yapılması için sıkıştırdığını söylediler.
21 Şubat 2005’te İsrail Hava Kuvvetleri komutanı General Eliezer Şekedi gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail’in, “nükleer aktivitesi gözönüne alındığında” İran’a karşı bir hava saldırısında bulunmaya hazır olması gerektiğini söyledi.
Mart 2005 sonunda İsrail basınına sızan haberler, Başbakan Şaron’un, “diplomasinin İran’ın nükleer programını durdurmayı başaramaması hâlinde”, İran’ın Natanz uranyum zenginleştirme tesisine yapılacak bir İsrail saldırısı için “ön onay” verdiğini ortaya koydu.[2]
Haziran 2005 sonlarında, “Saat ilerliyor ve zaman bizden yana değil” diyen İsrail’in ABD Elçisi Daniel Ayalon, İran’ın nükleer silâh yapmaktan alıkonması gerektiğini söyledi. Aynı günlerde, İsrail Başbakanı Şaron’un ABD Başkanı G. W. Bush’a İran’ın nükleer tesislerinin fotoğraflarını verdiği ileri sürüldü.
Agence France Press, 9 Ağustos 2005’te geçtiği bir haberde İsrail’in, ABD ve AB’yi, İran’ın nükleer programına karşı sıfır tolerans politikası izlemeye çağırdığını yazdı. İsrail’in bu çağrısı, İran’ın, üç AB ülkesi (Britanya, Fransa ve Almanya) ile yaptığı görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine, daha önce gönüllü olarak askıya aldığı uranyum dönüştürme çalışmalarına yeniden başlayacağını açıklamasının ardından gelmişti. Başbakan Şaron’un önde gelen yardımcılarından biri, adının belirtilmemesi kaydıyla AFP’e yaptığı açıklamada, İran’ın, ABD’nin ve Avrupalıların “belkemiksiz”liklerinden cesaret aldığını ileri sürdükten sonra,
“Uluslararası toplumun, İran’ın nükleer silâh edinmesinin önlenmesi için en üst düzeyde kararlılık sergilemesinin tam zamanıdır” diyordu.
İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom, 20 Eylül 2005’te BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Küresel güvenliğin −ve bugün Ortadoğu’da diyalog ve barış doğrultusundaki momentumun− önündeki en büyük engel İran ve onun nükleer ihtirasıdır” dedi.
30 Eylül 2005’te Washington Times’da yayımlanan bir habere göre, o günlerde ABD’yi ziyaret eden Knesset heyetinde yer alan üç İsrailli kıdemli milletvekili, ABD ve bağlaşıklarının, birkaç yıl içinde nükleer silâh yapabileceğini ileri sürdükleri İran’ın nükleer programının gerekirse zor kullanarak durdurulması çağrısı yaptılar. Yaptırım ve izolasyon gibi önlemlerin İran’ı yolundan caydıramayacağını ileri süren Ulusal Birlik Partisi’nden Arieh Eldad, Likud Partisinden Knesset Dışişleri ve Savunma Komitesi başkanı Yuval Steinitz ve Şinui Partisinden Yosef Lapid gerekirse İsrail’in tek yanlı bir eyleme girişebileceği uyarısında bulundular.
İsrail’in ABD Elçisi Daniel Ayalon 11 Ekim 2005’te yaptığı bir konuşmada Suriye’nin 10 ila 11 terör grubuna yataklık yaptığını ileri sürdükten sonra, Filistin Otoritesini, kendi denetimi altındaki bölgede bulunan terör gruplarını dağıtmak için kapsamlı bir program benimsemeye çağırdı.
Neden İran?
İran’ın neden hedef alındığı sorusuna ABD-İsrail ikilisi, bir süredir onların kuyruğunda sürüklenen AB emperyalistleri ve bu uğursuz koronun paralı/ parasız uşakları şu yanıtı vermektedirler:
1- İran, nükleer silâhlar da içinde olmak üzere kitle imha silâhları edinmekte ve dolayısıyla İsrail ve diğer komşuları için bir tehdit oluşturmaktadır.
2- İran, geçmişten bu yana Lübnan Hizbullahını desteklemektedir ve Filistin’de, HAMAS ve İslâmî Cihat gibi örgütleri desteklemek suretiyle Filistin-İsrail “barış süreci”ni sabote etmekte, İsrail’in “güvenliğini” tehlikeye sokmaktadır.
3- İran, Afganistan’da ve başka yerlerde El-Kaide’yi desteklemekte ve Irak direnişini desteklemek suretiyle Irak’taki ABD kuvvetlerine karşı dolaylı bir savaş yürütmekte, yani onların deyişiyle “terörizmin” arkasında yeralmaktadır.
Bu savları sırasıyla ele alalım
1- Yukarda göstermiş olduğum ve IAEA’nın (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) da kabul etmiş olduğu gibi, İran’ın bir nükleer SİLÂH programı olduğunu gösteren hiçbir veri yoktur. Ayrıca, 1980-88 İran-Irak savaşında kara silâhlarının yarısından fazlasını yitirmiş, 1987-88 tanker savaşı döneminde savaş gemilerinin önemli bir bölümü ABD tarafından batırılmış ve uzun yıllar süren savaş, iç gerginlikler ve tâbi tutulduğu kısmî ekonomik yaptırımlar nedeniyle ekonomisi zayıf düşmüş olan İran’ın askerî harcamalarının bugün bile sadece İsrail’inkinden değil, örneğin Suudi Arabistan ya da Türkiye’ninkinden de çok daha az olduğu biliniyor.[3] Hatta, Şah Rıza Pehlevi dönemindeki bir-iki istisnaî saldırı sayılmazsa, İran’ın, ne 1979 “İslâm devrimi”nden önce ve ne de sonra herhangi bir ülkeye saldırmadığını söyleyebiliriz. Bu ülkeyi açıkça tehdit eden ABD ve İsrail ise dünyanın en saldırgan ve militarist egemen sınıflarının ve kliklerinin yönetimi altında bulunuyor. Bu arada, İran’ın, ABD ve İsrail’le ilişkilerinin fazlasıyla iyi olduğu monarko-faşist diktatörlük döneminde (1953-79) ordusunu en modern silâhlarla donatmasına, bu ülkelerin hiçbir itirazları olmadığını, hatta bunu bütün güçleriyle desteklediklerini anımsamak gerekir. Kaldı ki, ABD ve İsrail’in saldırı tehdidi altında bulunan bir ülkenin nükleer silâh edinmeye çalışmasını kınamak ya da bunu hatalı görmek, ikiyüzlülüğün doruğu olurdu.
2- İran’ın, İsrail’in 1978-2000 yılları arasında 22 yıl süren işgali boyunca Güney Lübnan’daki direnişi desteklemiş olduğu doğrudur; hâlihazırda da İran, Filistin’deki direniş örgütlerinin bir bölümünü, en azından siyasal olarak desteklemektedir. Ama, İsrail’in Lübnan ve Filistin halklarının topraklarını işgal ve gasp etmesine ve bu halklara karşı uyguladığı devlet terörizmine karşı İran’ın, bu halkları ve onların direniş örgütlerini desteklemesinde gayrimeşru ya da yanlış olan hiçbir yan yoktur.
3- İran’ın El-Kaide’yi ya da Irak direnişini desteklediği yolundaki savları kanıtlayacak herhangi bir veri bulunmamaktadır. Burada İran’ın, Afganistan’daki Sünnî fundamentalist Taliban yönetimi ve dolayısıyla onun geçici bağlaşığı El-Kaide ile ilişkilerinin iyi olmadığını anımsatmakta yarar var. Dahası İran’ın, ABD saldırganlarını −boş yere− yatıştırmak amacıyla, Yanki haydutlarının Afganistan’ı işgalinden sonra İran’a sığınan bazı Taliban ve El-Kaide elemanlarını yakaladığı ve onları ABD’nin bölgedeki uşaklarına teslim ettiği biliniyor. İran’ın Irak direnişini desteklediği savları da −büyük olasılıkla− doğru değil. Ama ABD, İran egemen sınıflarının en büyük düşmanlarından biri olan Saddam Hüseyin kliğini devirmek ve onun baskı aygıtını dağıtmak suretiyle, bu ülkede, İran’la güçlü dinsel ve kültürel bağları olan Şiî burjuvazisinin ve onun hükümette yer alan İslâmî Dava Partisi, SCIRI gibi partilerinin ve dolaylı olarak da Tahran’ın stratejik konumunu güçlendirmiş oldu.
ABD ile İsrail’in İran’ı, komşuları ve hatta dünya için bir tehdit olarak göstermeye çalışmaları, aslında suçluların kendi kötü niyet ve eylemlerini kurbanlarına yüklemelerini anımsatıyor. Dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin tam ve çok yönlü desteğini arkasına almış olan İsrail; Filistin halkının yerinden yurdundan edilmesi ve binlerce yıldır oturduğu topraklardan sürülmesiyle kurulmuş, askerî zorbalık ve kışkırttığı yeni savaşlar yoluyla Filistinlilerden ve Arap komşularından daha fazla ve daha fazla toprak gasp etmiş, yayılmacılığı ve askerî saldırganlığı bir felsefe hâline getirmiş ve komşu ülkelerin parçalanmasına dayanan bir stratejiyi açıkça benimsemiş olan bir devlet. Askerî harcamaları neredeyse dünyanın geri kalan ülkelerinin askerî harcamalarının toplamına yaklaşan ve dünyanın her yanına dağılmış üsleri, donanmaları ve istihbarat örgütleriyle dünya halklarını terörize eden ABD ise, 11 Eylül olaylarından sonra uluslararası burjuva hukukunun sahte inceliklerini de bir yana atarak geliştirdiği “önleyici savaş” doktrini uyarınca –kendisi için tehdit oluşturduğu ya da ilerde oluşturabileceği gerekçesiyle− istediği devlete istediği zaman saldıracağını, beğenmediği rejimleri ekonomik ambargo, tehdit ve askerî müdahaleyle değiştireceğini dünya âleme duyuran, hatta buna meşruiyet kılıfı sağlamak için parlamentosundan yasa geçiren bir süper haydut.[4] Zaten ABD’nin yıllardır, ‘teröre karşı savaş’ koşullarında Cenevre Konvansiyonlarının ve BM Kuruluş Sözleşmesi’nin artık geçersiz hâle geldiği yolunda yaygara yaptığı, yani açıkça kaba askerî kuvvetin ve orman yasasının üstünlüğünü savunduğu ve böylelikle kendi emperyalist niteliğini çırılçıplak gözler önüne serdiği de biliniyor.
Dolayısıyla; nükleer ve termonükleer silâhlar da içinde olmak üzere en modern ve öldürücü silâhlarla tepeden tırnağa donanmış olan ABD ve İsrail’in, İran’ın ve başkalarının saldırısından çekindikleri savı, elleri onmilyonlarca işçi ve emekçinin kanıyla lekelenmiş olan bu saldırgan devletlerin kendilerini “tehdit altında”ymış ya da “saldırı hedefi”ymiş gibi göstermeye çalışmaları ve kurban pozuna bürünmeleri, kara mizahın da ötesinde bir şeydir.
Peki, ileri sürülen bahaneler İran’ın hedef alınmasının gerçek nedenleri olmadığına göre, savaş tamtamlarının yeniden gürültüyle çalınmakta olmasının ve İran’ın hedef tahtasına oturtulmasının gerçek nedenleri nelerdir? Bunun, birbiriyle yakından ilişkili ve iç içe geçmiş iki ana nedeni bulunuyor.
Birincisi; son derece modern ve gelişkin konvansiyonel askerî gücünün yanı sıra, hâlihazırda 200 ila 500 dolayında nükleer başlığı olduğu tahmin edilen, dolayısıyla Ortadoğu devletlerinin tümünün ateş gücünün toplamından daha fazlasına sahip olan İsrail’in, bu bölgede nükleer tekelini koruma ve sürdürme kararlılığıdır. Telaviv; genel olarak Filistin direnişini, Lübnan’da Hizbullah’ı ve Suriye’yi destekleyen İran’ı, kendi bölgesel hegemonya ve yayılma emellerinin önünde güçlü bir engel olarak görüyor. Irak’ın işgal edilmesi kararının alınmasında çok önemli bir rol oynamış bulunan İsrail’in, büyük bir kısmı genç ve görece homojen 70 milyonluk bir nüfusa, Türkiye’nin iki katı yüzölçümüne, henüz zayıf da olsa büyümekte olan bir askerî potansiyele, büyük enerji kaynaklarına ve köklü bir devlet geleneğine sahip İran’ı, yaşadığı iki savaş (1980-88 İran-Irak savaşı ve 1990-91 Kuveyt savaşı) ve yıllar süren BM ambargosu nedeniyle iyice güçten düşmüş olan Irak’tan daha büyük bir tehdit olarak algılamasının, belli bir gerçeklik payı taşıdığını kabul edebiliriz. Kuşkusuz bunun, İran’ın saldırgan ve yayılmacı bir dış politika izlediği anlamına gelmediğini ve Ortadoğu halklarının karşısındaki esas tehdidin ABD ve İsrail olduğunu unutmamak kaydıyla.
Buna, ABD-İsrail-Britanya saldırganlarının, hiç de beklemedikleri Irak direnişi nedeniyle yedikleri ağır darbelerin, bölgedeki siyasal dengeyi, görece bağımsız bir dış politika izleyen ve ABD emperyalizminin belli başlı rakipleriyle −Rusya ve Çin− iyi ilişkileri olan İran’ın lehine değiştirmesinden duydukları derin kaygı ve korku eklenmelidir. Şer ekseni; sadece Filistin direnişini, Lübnan’daki direnişçi güçleri ve Suriye’yi köşeye sıkıştırmak ve teslim almak için değil, Irak’ın işgaliyle elde ettiği “kazanımları” muhafaza etmek, bu ülkede artan İran nüfuzunu kırmak için de mutlaka İran’ı da devre dışı bırakmak, kendi boyunduruğu altına almak ya da bir biçimde etkisizleştirmek gerektiği kanısındadır.
İkincisi; enerjiye olan talebin hızla arttığı ve görünür gelecekte artmaya devam edeceği, buna karşılık ABD de içinde olmak üzere büyük kapitalist ülkelerin Ortadoğu ve Hazar bölgesinin petrol ve doğal gaz kaynaklarına bağımlılıklarının giderek artmakta olduğu dikkate alındığında, Washington’un İran’a duyduğu ilgiyi son derece “doğal” karşılamak gerekir. Daha Nisan 2001’de, yani 11 Eylül eyleminden 5 ay önce yayımlanan “21. Yüzyılın Stratejik Enerji Meydan Okumaları” adlı rapor, ABD enerji sektörünün “kritik durumda” olduğunu belirtiyor ve “herhangi bir anda” patlak verebilecek olan bir krizin “potansiyel olarak ABD ve dünya ekonomisi üzerinde devasa bir etki” yapacağını ve “ABD’nin ulusal güvenliği ve dış politikasını dramatik bir biçimde”[5] etkileyeceğini belirtiyordu. Prof. Michael T. Klare, 13 Nisan 2005 tarihli “Petrol, Jeopolitik ve İran’a Karşı Savaş” başlıklı yazısında İran’ın devasa enerji kaynakları hakkında şunları söylüyordu:
“Oil and Gas Journal’ın (=Petrol ve Gaz Dergisi) son rakamlarına göre İran 125,8 milyar varille, dünyanın ikinci büyük el değmemiş petrol kaynaklarına ev sahipliği yapıyor. İran’ı bu alanda sadece, 260 milyar varil petrolü bulunduğu sanılan Suudi Arabistan geçmektedir. Sırada üçüncü durumda bulunan Irak’ın 115 milyar varil petrole sahip olduğu sanılıyor. Dünya petrol arzının tahminen yüzde 10’una denk düşen bu kadar çok petrolüyle İran’ın her halükârda küresel enerji denkleminde kilit bir rol oynayacağı tartışma götürmez…
“Dahası, İran sadece bol miktarda petrole değil, büyük bir doğal gaz rezervine de sahip. Oil and Gas Journal’a göre İran 26,6 trilyon metreküp doğal gaza, yani toplam dünya doğal gaz rezervlerinin yaklaşık yüzde 16’sına sahip. (İran’ı bu alanda sadece, 47,6 trilyon metreküp doğal gaz rezervine sahip olan Rusya geçmektedir.) Enerji içeriği bakımından 170 metreküp doğal gazın bir varil petrole eşit olduğu gözönüne alındığında, İran’ın gaz rezervlerinin yaklaşık 155 milyar varil petrole eşdeğer olduğu görülür. Bu da, İran’ın toplam hidrokarbon rezervlerinin 280 milyar varil petrole eşdeğer olduğu, yani Suudi Arabistan’ın toplam arzına çok yakın olduğu anlamına gelir. Hâlihazırda İran, yılda yaklaşık 76,5 milyar metreküp gaz, yani gaz rezervlerinin küçük bir bölümünü üretiyor. Bu İran’ın, gelecekte çok daha büyük ölçüde doğal gaz üretebilecek birkaç ülkeden biri olduğu anlamına geliyor.”
Zbigniew Brzezinski, daha 1997’de yayımladığı The Grand Chessboard (=Büyük Satranç Tahtası) adlı yapıtında, ABD’nin Orta Asya’nın enerji kaynaklarını denetimine alması gerektiği yolundaki görüşlerini seslendirirken şöyle diyordu:
“Önümüzdeki 20 ya da 30 yıl içinde dünya enerji tüketimi çok büyük ölçüde artacaktır… Asya’nın ekonomik gelişmesinin momentumu daha şimdiden, yeni enerji kaynaklarının keşfi ve işletilmesi doğrultusunda devasa bir basınç yaratıyor; Orta Asya ve Hazar bölgesinin Kuveyt, Meksika ve Kuzey Denizi’ninkileri gölgede bırakan doğal gaz ve petrol rezervlerine sahip oldukları biliniyor.”
Ancak sözkonusu gerilimin bu yönü, asla sadece −ABD’nin dış politikası ve ekonomisinde son derece büyük rol oynayan− petrol tekellerinin kâr ve çıkar hesaplarıyla sınırlı değildir; İran ile ABD/ İsrail arasındaki çekişme, çok daha kapsamlı bir anlam taşımaktadır. Irak’ı işgal eden ve onun enerji kaynaklarını gasp eden ve arkasına AB emperyalistlerinin sallantılı desteğini almış olan ABD, İran’ı da bir biçimde teslim almak suretiyle tüm Hazar bölgesinin enerji kaynaklarını kendi tekeline almayı ve böylelikle yükselmekte olan Çin’e ve kendini toparlamakta olan Rusya’ya karşı büyük bir avantaj sağlamayı hesaplamaktadır. Ekonomik, askerî vb. bakımlardan dünyanın en güçlü devleti, hâlihazırda hiçbir devlet ya da devletler bağlaşmasının karşı koyamayacağı bir süper devlet olmasına rağmen, bir stratejik gerileme süreci içinde olan ABD, Irak direnişinin de gösterdiği gibi orta ve uzun erimde kâğıttan bir kaplandan başka bir şey değildir. Lenin’in deyişiyle “ayakları kilden bir dev” olan ABD emperyalizminin, özellikle 11 Eylül 2001 olayları sonrasında askerî üstünlüğüne dayanarak giriştiği atakla rakip emperyalist devletlerin nüfuz alanlarını sınırlamak, onların kendi aralarında (ABD-karşıtı) bağlaşmalar oluşturmalarını önlemek ve başta petrol olmak üzere hammadde kaynakları, pazarlar ve stratejik bölgeler üzerindeki denetimini arttırmak istediği biliniyor. Yanki haydutlarının Afganistan’ı işgal etmelerinin, bir yandan Balkanlar’a ve Doğu Avrupa’ya, bir yandan da Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya yerleşmelerinin ve oralarda askerî üsler kurmalarının, ya da eski üslere yenilerini eklemelerinin, Irak’ı işgal etmek suretiyle Suudi Arabistan da içinde olmak üzere Ortadoğu’daki mevzilerini pekiştirmeye çalışmalarının, Çin ve Rusya başta gelmek üzere emperyalist rakiplerini kuşatmaya girişmelerinin ardında yatan temel ve belirleyici neden budur. Bu saldırgan politikanın emperyalistler arası gerginliği tırmandırdığı ve orta erimde emperyalist savaşların patlak vermesini kışkırttığı kesindir. Yani, Lenin’in emperyalizm çağında büyük devletler arasında pazarlar, nüfuz alanları ve hammadde kaynakları için, emperyalist savaşlara kadar varabilen acımasız yarışmaya ilişkin söyledikleri günümüzde de bütünüyle geçerlidir.[6]
Bu arada, dünya petrol trafiğinin önemli bir bölümünün geçtiği Hürmüz Boğazını denetleyebilecek konumda bulunan İran, Hazar bölgesindeki petrol ve doğal gaz kaynakları zengin eski Sovyet cumhuriyetlerinin yanı sıra Rusya ve Çin’le olan ilişkilerini daha da geliştirmekte, İran-Pakistan-Hindistan doğal gaz boru hattı projesi (=IPI) yardımıyla doğusundaki bu iki ülkeyle ve hatta batısındaki Türkiye’yle ilişkilerini iyileştirmeye çalışmaktadır. Bütün bu kaygı, çelişme ve hesapların merkezinde bulunan bir ülkenin/ rejimin, Büyük Ortadoğu Projesiyle Ortadoğu ve Orta Asya’ya egemen olmayı kuran ABD’nin plânları önünde önemli bir engel oluşturduğu bellidir. Ama, ön cephesinde İran’ın bulunduğu siyasal-askerî gerginliğin gerisinde, aynı zamanda büyük devletler arasında süregelen kıyasıya emperyalist egemenlik kavgası, en büyük ödül olan Avrasya’ya kimin egemen olacağı tartışması yatmaktadır. İran’ın ABD-İsrail-Britanya saldırganlığına karşı kendi bağımsızlığını savunması kavgası, bir yerde ABD-Britanya-İsrail şer ekseninin, Rusya ve Çin’in yükselişini engelleme ve Avrasya üzerinde kendi egemenliğini genişletme/ pekiştirme kavgasıyla iç içe geçmektedir.
İran Savaşa Hazırlanıyor
Tüm yüksek perdeden atıp tutmalarına rağmen, bu aşamada İran’ı askerî olarak işgal etmeye cesaret edemeyen ABD ve ortakları, bir dizi yolla İran’ı köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bunların arasında; yürürlükte olan kısmî ekonomik ambargo, ağır ve provokatif IAEA denetimleri, İran halkının ve bu ülkedeki ulusal azınlıkların ilke olarak haklı ulusal ve demokratik taleplerinin istismarı, hâlen Irak’ta bulunan ve ABD’nin resmen ‘terörist’ olarak ilân etmiş olduğu Halkın Mücahitleri’nin İran içindeki silâhlı eylemlerinin desteklenmesi ve İran diyasporasının bir bölümünün seferber edilmesi vb. bulunuyor. ABD’nin İran’a ilişkin savaş ve destabilizasyon plânları; Güneybatı İran’da, nüfusunun çoğu Şiî Araplardan oluşan Huzistan eyaletinin yanı sıra, İran Kürdistanı’nda ve Pakistan sınırındaki Beluciler arasında ayaklanmalar örgütlemeyi ya da varolan ayaklanmaları desteklemeyi de içeriyor. Basında, İran’ın petrol yataklarının ve rafinerilerinin büyük çoğunluğunun bulunduğu Huzistan bölgesinde El Ahvaz Demokratik Halk Cephesi adlı bir örgütün, bölgenin İran’dan ayrılması amacıyla faaliyet gösterdiği yolunda haberler çıktığı, İran Kürdistanı’nda aylardır İran “güvenlik” kuvvetleriyle İran Kürdistan Demokrat Partisi, PJAK (=Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ve Komala peşmergeleri arasında düşük yoğunluklu bir çatışmanın sürdüğü biliniyor. İran Kürt halkının, Irak’taki gelişmelerden etkilendiği ve ABD’nin bölgeye müdahalesinden yararlanarak bir özerklik statüsü elde etmek için epeydir bir hareketlilik içinde olduğu anlaşılıyor. İslâm cumhuriyetinin bünyesindeki zaaflardan yararlanmaya çalışan ABD ve suç ortaklarının, İran’ın kuzeybatısında yaşayan ve sayıca hayli kalabalık olan Azeri nüfusu arasında da provokatif faaliyette bulundukları ve “Güney Azerbaycan”ın Azerbaycan’la birleşmesi yönünde propaganda yürüttükleri de biliniyor. Öte yandan, AEI, JINSA gibi Irak’ın işgalinde önemli rol oynamış olan ve ABD devlet aygıtıyla çok yakın ilişki içinde olan neo-faşist ve Siyonist kurumlar, İran’a karşı savaş açılması için sistemli bir çaba harcamakta ve Şah Rıza Pehlevi’nin, uzun süredir ABD’de yaşamakta olan oğlu Rıza’nın İran içinde çok popüler olduğu yalanını yaymakta ve onu sözde yeni ve özgür İran devletinin başına geçirmeyi ve böylelikle Pehlevi monarşisini restore etmeyi kurmaktalar.
Yani ABD ve İsrail, burada da, Irak işgali öncesinde kullandıkları kirli metotların benzerlerini deniyorlar. Kuşkusuz bu asla onların, İran’a karşı, nükleer silâhların da kullanılacağı “önleyici bir vuruş” yapmaya girişmeyecekleri anlamına gelmiyor. Hatta, IAEA’nın Kasım ayı sonunda yapacağı toplantıdan ABD’nin istediği gibi bir kararın, yani İran’ın durumunun BM “Güvenlik” Konseyi’nde görüşülmesi kararının çıkmaması ya da böyle bir kararın çıkması, fakat İran’a yaptırım uygulanması yolundaki ABD talebinin “Güvenlik” Konseyi’nde Rusya ile Çin’in tarafından veto edilmesi hâlinde ABD ve İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerine ve diğer askerî-siyasal hedeflerine saldırma olasılığı hayli yüksek.
Bir savaşa yaklaşıldığının en önemli göstergelerinden biri, Mahmut Ahmetinecat’ın Haziran ayında devlet başkanlığına getirilmesinden sonra gerek düzenli ordu ve gerekse Devrim Muhafızlarının komuta kademelerinde önemli değişikliklerin yapılması, istihbarat ve güvenlik bakanıyla, içişleri bakanının değiştirilmesi ve yerlerine başkalarının atanması, stratejik bölgelerdeki bazı illerin valilikleri ve belediye başkanlıklarına ve bazı devlet ekonomik kuruluşlarının başına eski sivil yöneticilerin yerine subayların getirilmesi. Bunun yanı sıra İran’ın, Irak’a komşu olan ve 20 milyon dolayında bir nüfusu barındıran beş eyaletinde askerî seferberlik hâline geçildi; bu bölgedeki düzenli ordu birlikleri ve sınır polisi Devrim Muhafızlarına bağlandı. İran’ın bölgeye, İran-Irak Savaşından bu yana en büyük yığınağı yaptığı ve sınır bölgesine 250,000 dolayında askerî personel yerleştirdiği anlaşılıyor. Ayrıca, Devrim Muhafızları Batı İran’da bir doğal savunma duvarı konumunda olan Zagros Dağları çevresindeki Luristan eyaletinde yüzbinlerce askere lojistik destek sağlayabilecek yeni üsler kurdu ve daha batıda Sahne ve Kangavar’da bulunan üsleri güçlendirdi. İran’ın bir ABD-İsrail saldırısına uğraması hâlinde buna karşılık vereceği kuşkusuzdur. Daha zayıf bir güç olması nedeniyle İran’ın karşılığı, moda deyimle ‘asimetrik savaş’ kurallarına uygun olacaktır. Bazı uzmanlar, ABD’nin bir kara saldırısına girişmesi hâlinde İran’ın büyük birimlerle cephe savaşına girmek yerine, düşmanın ülke topraklarına nüfuz etmesine izin verdikten sonra küçük ve hareketli birimlerle esnek savunma ve saldırı taktikleri uygulayacağını söylüyorlar. Gazeteler İran’ın, işgalci güçlere karşı savaşmak üzere örgütlediği onbinlerce gönüllü canlı bombanın yanı sıra, sayıları 7 milyonu bulan Besiç milislerinin sayısını arttırmakta olduğunu bildiriyorlar.
Afganistan ve Irak direnişinden aldığı dersler/ darbeler ve çekmekte olduğu asker sıkıntısı nedeniyle ABD’nin İran’a karşı kara birlikleriyle büyük ölçekli harekâta girişme olanakları çok kısıtlı. Bu durumda ABD ve İsrail’in böylesi bir saldırıda konvansiyonel silâhların yanı sıra taktiksel nükleer silâhların da kullanılacağı ve çok ağır can ve mal kaybına yol açacağı tahmin edilen yoğun hava bombardımanlarına girişecekleri tahmin ediliyor. Ancak, düzey ve kapsamı bir dizi siyasal faktöre bağlı olarak ister istemez kısıtlı kalacak olan böylesi vuruşların, İran gibi büyük bir ülkeye karşı savaşta, son çözümlemede belirleyici bir rol oynayamayacağı söylenebilir. İran’ın, ABD’nin tek başına ya da İsrail’le birlikte yapacağı ve nükleer tesislerin, komuta merkezlerinin ve diğer stratejik kuruluşların yanı sıra sivil halkın da hedef alınacağı yoğun hava bombardımanına karşı çok güçlü bir hava savunması yapabilecek durumda olmadığı sanılıyor. İsrail’in 1981’de Irak’ın inşaat hâlindeki Osirak nükleer santralini havadan bombalayarak büyük ölçüde tahrip etmesinden ders alan İran’ın, nükleer tesislerini ülkenin değişik bölgelerine dağıttığı ve bunların hemen hemen hepsini yeraltındaki pekiştirilmiş bunkerlerle ve hava savunma sistemleriyle koruduğu, füze bataryalarının büyük çoğunluğunu ise mobil hâle getirdiği biliniyor. Öte yandan, İranlı yetkililer de bir ABD saldırısı karşısında sadece savunma taktiklerine başvurmakla yetinmeyeceklerini ve savaşı düşmanın bulunduğu alanlara taşıyacaklarını birkaç kez açıklamış bulunuyorlar. Tahran’ın saldırganlara önemli askerî, siyasal ve ekonomik darbeler indirme kapasitesine sahip olduğu unutulmamalıdır. Bunlar şöyle sıralanabilir:
a) Irak’taki ABD işgal güçlerine saldırmak. İşgalcilere karşı düşük yoğunluklu bir direniş sürdüren Şiî emekçilerini ABD kuvvetlerine karşı daha kapsamlı bir direnişe, hatta ayaklanmaya teşvik etmek ve Sünnî ağırlıklı direniş hareketine destek vermek.
b) Uzun menzilli Şahap füzeleriyle İsrail’i ve onun nükleer ve diğer askerî tesislerini vurmak.
c) Lübnan’daki Hizbullah ve Filistin’deki HAMAS ve İslâmî Cihat gibi örgütlerin İsrail hedeflerine saldırılarını teşvik etmek.
d) Elinde çok sayıda bulunan ve gemilere karşı son derece etkili olduğu bilinen Rus yapımı gemisavar Sunburn vb. füzeleriyle Basra Körfezindeki ABD uçak gemilerini ve savaş gemilerini vurmak.
e) Dünyanın petrol aortu sayılan Hürmüz Boğazındaki trafiği durdurarak, petrol fiyatlarının hızla yükselmesine ve dolayısıyla bir ekonomik bunalıma yol açacak bir petrol ambargosu uygulamak.
f) Canlanmakta ve işgalci güçlere ve onların kuklalarına darbeler indirmekte olan Afgan direnişine askerî destek sağlamak.
ABD ve İsrail, en azından 2004’ün başlarından bu yana İran “tehlikesi” üzerine yoğun ve kulakları sağır eden bir propaganda ve dezenformasyon kampanyası yürütmekte ve Tahran’a tehdit üstüne tehdit savurmaktalar. O hâlde, çoktandır beklenen İran operasyonunun neden bu denli geciktiği, haklı olarak sorulacaktır. Özellikle İsrailli yetkililerin, zamanın kendi aleyhlerine işlediğini söyleyip durdukları dikkate alındığında.
Burada öncelikle, ABD-İsrail cephesinin kılıç şakırdatmalarının, yeri, önemi ve boyutu hiç de azımsanmayacak bir savaş hilesi ya da psikolojik savaş öğesi taşıdığını anımsatmam gerekiyor. Yani Amerikan neo-faşistleri ve Siyonist İsrail, kuvvet ve gövde gösterisi yaparak, İran’ı teslim almak ya da bu olanaklı değilse de, onu geri adım atmaya, kendilerine bir dizi siyasal ve ekonomik taviz vermeye zorlamak istiyorlar. İran’ın dört bir yandan, ABD askerlerinin/ danışmanlarının ve üslerinin bulunduğu ülkeler tarafından kuşatılmış olduğu, Çin ve Rusya’yla olan görece yakın ilişkilerinin onu, bir ABD-İsrail saldırısına karşı savunmak için bağlayıcı güvenceler içermediği, saldırgan güçlerin, kitle temeli çok da sağlam olmayan İran rejimini iç karışıklıkları ve ulusal ve toplumsal hoşnutsuzlukları körükleyerek zayıf düşürmeye çalıştığı dikkate alındığında, düşmanın bu hesaplarının pek de yabana atılmaması gerektiği anlaşılır. Ancak ABD ve İsrail’in İran’a karşı bir askerî harekâta geçmede duraksamasının en önemli nedeni, bunun kendileri açısından doğurabileceği risklerdir. Irak nüfusunun, esas olarak bir bölümüne dayanan direnişi ezmekte çaresiz kalan Amerikan haydutlarının, Irak’tan yözölçümü bakımından dört kat ve nüfus bakımından üç kat büyük olan İran topraklarına girdikleri takdirde, bir daha hiç çıkamayabilecekleri ya da çok ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kalabilecekleri kaygısı, Pentagon’un harekete geçmesini frenleyen en büyük faktör olsa gerek. Savaşın genişlemesi, Lübnan, Filistin ve −kendisi de Washington ve Telaviv’in tehdidi altında bulunan− Suriye’ye ve oradan Afganistan’a kadar uzanan çok geniş bir alana yayılması ve Suudi Arabistan gibi yaşamsal önem taşıyan alanları kapsaması olasılığının, ABD ve İsrail genelkurmaylarını ciddi ciddi düşündürdüğü tahmin edilebilir. Hele İran’ın misilleme saldırılarına girişerek savaşı Ortadoğu’da düşmanın bulunduğu topraklara taşıma eğilimi dikkate alındığında. Bu koşullarda Büyük Şeytan ve ortakları açısından en güçlü olasılık ya da en uygun seçenek, herhangi bir kara harekâtına girişmeksizin İran’ın nükleer tesislerini ve diğer askerî hedeflerini konvansiyonel ve özellikle mini nükleer silâhlarla vurmak olabilir. Ancak, çok sayıda sivilin ölümüne yol açmanın yanı sıra İran’ın nükleer çalışmalarını sadece birkaç yıl geriye atmaktan öte bir işe yaramayacak olan bu seçeneğin uygulanması da ABD ve suç ortaklarına karşı genel olarak dünyada ve özel olarak İslâm dünyasında yoğun tepkilere yol açacak ve onların büyük ölçüde izole edilmesine yardımcı olacaktır.
Öte yandan, ABD ve İsrail’in İran’a karşı topyekûn bir savaşa girişmesi hâlinde Rusya ve Çin’in gelişmeleri bütünüyle sessiz ve pasif bir biçimde seyretmesi beklenmiyor. Moskova ile Pekin’in, Irak’tan sonra bir de İran batağına saplanması hâlinde, dünyanın tek süper devletinin ekonomisine ve dev askerî aygıtına vereceği onulmaz yıkımı arttırmak için İran’a askerî vb. yardım yapacakları kesin sayılabilir. Kesin sayılabilir; çünkü, ABD’nin son yıllarda giriştiği stratejik ataktan rahatsız oldukları bilinen bu iki ülke, bağlaşıkları olan İran’ın devre dışı bırakılmasını, bu ülkenin enerji kaynaklarına el konulmasını, İran’da ABD-yanlısı bir rejimin kurulmasını, −haklı olarak− aynı zamanda kendilerine yapılmış dolaylı bir saldırı, ABD’nin Orta Asya ve Hazar bölgesindeki konumunu kendileri aleyhine güçlendirme girişimi olarak algılayacaklardır. Dahası, bu iki ülkenin Tahran’la çok kapsamlı ekonomik ve askerî ilişkileri bulunuyor. Bu bağlamda, Rusya ile Çin’in 18-26 Ağustos 2005 tarihlerinde Uzakdoğu’da gerçekleştirdikleri Barış Misyonu 2005 adlı ortak askerî tatbikatın ABD ve ortaklarının İran’a ve Orta Asya’ya müdahale girişimlerine karşı verilen bir mesaj olduğu açık. 22-30 Ağustos 2005 tarihleri arasında Bağımsız Devletler Topluluğu hava kuvvetlerinin Hazar Denizinin kuzeyinde bulunan Astrahan kentini hedef alan hayalî bir saldırıya karşı gerçekleştirdikleri ortak askerî tatbikat da aynı amacı taşıyordu. Dolayısıyla, İran’ı hedef alan bir ABD ya da ABD-İsrail saldırısının yaygınlaşarak bir dizi ülkeyi kapsamına alması, hatta nükleer silâhların kullanılacağı bir dünya savaşına dönüşmesi çok da uzak bir olasılık değil. İşte bu nedenledir ki Putin 17 Ağustos’ta İnterfax ajansına verdiği demeçte, ABD’yi İran’a karşı taktiksel nükleer silâh kullanmaması için şöyle uyaracaktı:
“Nükleer silâhları kullanma eşiğini alçaltmak tehlikeli bir girişimdir; çünkü bu birilerini nükleer silâh kullanmaya teşvik edebilir… Eğer böyle bir şey olursa, daha ileri adımlar atılabilir ve daha güçlü nükleer silâhlar kullanılabilir ki, bu da nükleer bir çatışmaya yol açabilir.”
ABD’de yayımlanan haftalık Newsweek dergisinin Eylül 2004 tarihli sayısında yer alan “War Gaming the Mullahs” (=“Mollalarla Savaş Oyunu Oynamak”) başlıklı yazıda, CIA’in ve −Pentagon’a bağlı− DIA’nın (=Savunma İstihbarat Ajansı) yaptığı sanal savaş tatbikatlarının hiç de ABD lehine sonuç vermediği görece iyimser bir dille şöyle aktarılıyordu:
“Newsweek, CIA ile DIA’nın, ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine karşı girişeceği önleyici bir vuruşun sonuçlarını araştıran bir savaş oyunu düzenlediğini öğrendi. Sonuç hiç kimsenin hoşuna gitmedi. Hava Kuvvetlerinden bir kaynağın söylediğine göre, ‘Savaş oyunları çatışmanın tırmanmasını önlemekte başarısız kaldı.’” Demek oluyor ki, aylardır bu konuda önemli hazırlıklar yapmış olmalarına ve İsrail’in kendilerine yaptığı tam saha prese rağmen Amerikan neo-faşistlerinin İran’a karşı harekete geçmekte duraksamalarının ardında, savaş senaryolarında bütün bu hususları hesaba katmaları yatmaktadır. Zaten Irak direnişinden kötek yemekte olan ABD işgalcilerinin bir İran harekâtına pek de istekli olmadıkları anlaşılıyor.
[1] Aaron Klein, WorldNetDaily.com, 4 Mayıs 2005.
[2] Bkz. The Hindu, 28 Mart 2005.
[3] CSIS (=Stratejik ve Uluslararası İncelemeler Merkezi) yetkililerinden Anthony Cordesman 28 Eylül 2005’te, ABD Temsilciler Meclisi Silâhlı Kuvvetler Komitesi’nin “Ortadoğu ve Afrika Tehdidi Paneli”nde İran ve Suriye’nin politikaları ile ilgili bir sunum yaptı. Cordesman bu panelde verileri sundu: İran 1997-2000 yılları arasında 1,900 milyon dolarlık, 2001-2004 yılları arasında da sadece 500 milyon dolarlık yeni silâh alımı yaptı. 1997-2004 dönemi için toplam 2,4 milyar doları bulan bu silâh alımları İran’ın 1980’li yıllarda uğradığı silâh ve askerî malzeme kaybını yenilemek için yeterli değil. ABD’nin hedef aldığı bir diğer ülke olan Suriye’nin durumuysa daha da kötü. Şam, 1997-2000 yılları arasında 500 milyon dolarlık ve 2001-2004 yılları arasında da 300 milyon dolarlık silâh satın alabildi ki, 1997-2004 döneminin tümü için 800 milyon doları bulan bu rakamın Suriye’nin askerî modernizasyon gereksiniminin sadece yüzde 25’ini karşıladığı tahmin ediliyor. Öte yandan, 1997-2004 dönemi silâh alım rakamları Birleşik Arap Emirlikleri için 11,6 milyar doları, Suudi Arabistan için 54,7 milyar doları, Mısır için 9,7 milyar doları ve İsrail için de 8,4 milyar doları buluyor. Ancak Cordesman’ın verdiği bu rakamların, sözkonusu ülkelerin sadece dışardan satın aldıkları silâh ve askerî donanımı kapsadığı ve ülke içinde üretilen ve kendi silâhlı kuvvetlerine teslim edilen silâh ve askerî donanımı kapsamadığı unutulmamalı. İran dışında, içlerinde Suudi Arabistan’ın da yer aldığı Körfez ülkelerinin hemen hemen hiçbir yerli silâh üretiminin olmadığı, İsrail’in ise dünyanın en önemli silâh üreticilerinden −ve silâh ihracatçılarından− biri olduğu ve ABD’nin ve bir ölçüde Almanya’nın Siyonist devlete her yıl çok miktarda silâh ve silâh sistemlerini karşılıksız olarak verdiği unutulmamalı. Dolayısıyla, İsrail’in sözkonusu dönemdeki gerçek silâhlanma düzeyi ve askerî harcamaları bu 8,4 milyar dolar rakamının çok üstündedir.
[4] ABD emperyalistleri Bill Clinton döneminde, yani 1998’de “Irak’ın Kurtuluşu Yasası”nı çıkararak bu ülkenin Mart 2003’te işgalinin “hukukî” altyapısını oluşturmuşlardı. 2003 yılında çıkardığı “SALSRA adlı yasayla Suriye’ye saldırmanın altyapısını oluşturmaya çalışan ABD, 13 Nisan 2005’te de “İran’ın Özgürlüğüne Destek Yasası”nı kabul etti. Bu yasalar, adı geçen ülkelerdeki Hükümet-karşıtı gruplara malî destek sağlamaya, Hükümet-karşıtı yayın yapan radyo ve TV kuruluşlarını desteklemeye, bu ülkelerle ticaret yapan yabancı şirketleri cezalandırmaya vb. olanak sağlıyor. Devletler arasındaki ilişkileri sömürgeci ve faşist bir mantıkla ele almak anlamına gelen bu tarzın BM Kuruluş Sözleşmesine bütünüyle aykırı olduğu ve uluslararası burjuva hukukunun ağır bir biçimde çiğnenmesi anlamına geldiği açıktır.
[5] Strategic Energy Policy Challenges for the 21st Century, s. 4.
[6] 1992’de, yani bugünkü ABD Başkanı George W. Bush’un babası George H. W. Bush’un başkanlığı döneminde, o zaman “Savunma” Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz’in gözetimi altında hazırlanan Savunma Plânlama Rehberinde, gelecekte bir askerî rakibin doğmaması için ABD’nin yoğun bir çaba harcaması gerektiği şu sözlerle savunuluyordu:
“Birinci hedefimiz, … Sovyetler Birliği’nin oluşturmuş olduğu düzeyde bir tehdit oluşturabilecek yeni bir rakibin doğmasını engellemektir… Bu bölgenin (Avrasya’nın – G. A.) düşman bir devletin egemenliği altına girmesini engellemek için çaba harcamalıyız; çünkü, birleşik bir denetim altına girdiği koşullarda onun kaynakları küresel ölçekte bir güç yaratmak için yeterlidir…” Birkaç yıl sonra ise ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının Washington’un konumunu tehlikeye düşürebileceğine değinirken şunları söyleyecekti:
“Avrasya dünya nüfusunun yüzde 75’ine, brüt ulusal ürününün yüzde 60’ına, enerji kaynaklarının yüzde 75’ine sahiptir. Kollektif olarak ele alındığında Avrasya’nın potansiyel gücü Amerika’nınkini de gölgede bırakmaktadır.
“… Avrasya’ya egemen olan bir güç, dünyanın ekonomik bakımdan en üretken üç bölgesinden ikisi, yani Batı Avrupa ve Doğu Asya üzerinde belirleyici etki sahibi olacaktır… Haritaya bir göz atmak, Avrasya’ya egemen olan bir ülkenin âdeta otomatik olarak Ortadoğu ile Afrika’yı denetim altında tutacağını gösterir… Avrasya kıtasında gücün dağılım biçimi, Amerika’nın küresel üstünlüğü ve tarihsel mirası açısından belirleyici önem taşıyacaktır.
“İstikrarsız bir Avrasya’da ivedi görev, herhangi bir devletin ya da devletler bağlaşmasının ABD’yi buradan kovma ya da onun belirleyici rolünü azaltma yetisi kazanmasını engellemeyi güvence altına almaktır.” (“A Geostrategy for Eurasia”/ “Bir Avrasya Jeostratejisi”, Foreign Affairs, 76:5, Eylül/Ekim 1997.