Sürdürülebilir Devrimciliğin Gizi

Bilincin, kendine en yakın şey olduğu için hareket noktası yaptığı salt bireysel deneyimin kendisi de daha kapsayıcı olan tarihsel insanlık deneyimi tarafından dolayımlanmıştır. Bunun tersini düşünmek, yani insanlık tarihi deneyiminin dolayımlı, kişinin kendi deneyimini ise dolaysız sanmak, bireyci toplum ve ideolojinin kendini aldatışından ibarettir.
Adorno[1]
Ve size diyorum ki insanın devrimci olması için bir devrimi olması gerekir.
Che Guevara[2]
Özgürlükçü, prefigüratif, “minör” solculuğun bunca baskın olmasının koşullayıcılarını saymak zor olmayacaktır şüphesiz. En başta “’68 Dünya Devrimi” sayılabilir, profesyonel devrimci figürünün dünya çapında itibar ve güç kaybına uğrayışı onunla başlar; parti siyaseti ve devlet yönetimini ele geçirerek bir toplumsal dönüşüm programı yürütme ikili ayağına dayalı devrim/devrimcilik tasavvuru giderek yerinden olur. Bu dönüşümle anılan toplumsal hareketlerin iki temel özelliği de Eski Sol’un reddi ile devlete ve de devlete yönelen siyasi eyleme karşı derin bir şüphedir.[3] Marksizmin “elli yıllık yalnızlığı”nı ele aldığı makalesinde Sungur Savran da ‘68’e vurgu yapıyor ve “68 isyanı” ile onun çelişkili doğasının ürünü olduğunu savunduğu postmodernizmi açıklamak için, “eğitimli (yarı-)proletarya”yı da içinde saydığı, “modern küçük burjuvazi”nin yükselişine ve bu sınıfın özgünlüğünü (yakın zamanlara dek) bir çeşit kast oluşturma işlevi gören üniversite eğitimi marifetiyle edindiğine, bu bakımdan proletaryadan da geleneksel küçük burjuvaziden de ayrı bir kategori teşkil ettiğine işaret ediyor. Mevzubahis “yalnızlık”la ilgili olarak iki faktörü daha sayıyor Savran: “Bürokratik işçi devletleri”nin çöküşü ve uluslararası burjuvazinin işçi sınıfının kazanımlarına nicedir süren saldırısı.[4] Türkiye özelinde ise 12 Eylül’ün yarattığı tahribat gelecektir hemen akla; Savran’ın bir başka metninde bu tahribatın sol liberalizmin başlattığı ideolojik başkalaşım süreciyle birleşmeksizin sol açısından böyle büyük bir yenilgiyi getirmeyeceğini yazdığını eklemekte fayda var.[5]
Ancak koşullayıcıların neler olduğunu saymaktan ziyade mevcut yaşam tarzı devrimciliğinin sürdürülebilirliğinin nasıl sağlanıyor olabileceğine ilişkin birtakım düşünceler ileri sürmek buradaki amacım. Daha baştan, istikrarlı bir genişçe topluluk, yaşayabilir bir alt kültür olmak bakımından solun bir eksiğinin olmadığına işaret etmek istiyorum ama: Acınası üye/“militan” sayılarına karşın parti, dernek, kooperatif gibi kurumları ve bunlar etrafında oluşan (sınırlı) sempatizan kitlesi ile buralardan yeni “kadrolar”ın çekilebilmesi (ayrıca bu kurumların kendi aralarında kurduğu, genellikle kısa süren ortaklıklar); içe ve dışa dönük, esas olarak kurumsal inancı yaratma ve pekiştirme amaçlı toplantılar (her grubun kendi haklılığının ikrarına varabildiği paneller özel olarak anılmalı bu bağlamda); bildiri dağıtımı, afişleme gibi iş yapıldığı inancını berkitmeye dönük pratik işler; dergi ve gazete yayınları ve bunların dağıtımı vs. ile solculuk/devrimcilik zayıf ama sürdürülebilir bir varlık göstermektedir Türkiye’de. Dolayısıyla devrimcilerin tüm bu işleri az çok düzenli bir biçimde sürdürebilmek için gerekli ekonomik ve sosyal kaynaklara ve becerilere asgari düzeyde sahip oldukları, yani yaşayabilir bir alt kültür hareketinin gerekliliklerini (inatla!) karşılayabildikleri savunulabilir rahatlıkla. Ancak sürdürülebilirliğin kurumsal veçhesine ilişkin birtakım betimlemeler bunlar elbette. Bu yazının konusunu ise sürdürülebilirliğin öznel, zihniyete ilişkin veçhesi oluşturuyor. Bu zihniyetin temelini ise (hem birey hem de dar ve daha geniş anlamlarıyla cemaat düzeyinde) içe dönüklük teşkil ediyor.
“Puslu camın arkasından”: Kendiyle meşgul “siyasetçi”
Sadun Aren büyük oranda TİP etrafında dönen hayat hikâyesini anlattığı nehir söyleşi kitabının bir yerinde has anlamda bir siyasetçi olmadığını itiraf ederek gerçek bir siyasetçide bulunması gereken (yine has anlamda) dışa dönüklüğe dair gözlemiyle karşılaştırır benliğine dönük kendi kişilik yapısını ve de siyasetçiliğini: “Politikacı olmanın bir özelliği daha vardır. Etrafındaki insanların düşündüklerini, özlemlerini, hırslarını bilmeyi gerektirir. Ben etrafımdaki arkadaşlarıma öyle bakmam. Onların acaba ne özlemleri ne hırsları var anlamında etrafımı anlamaya uğraşmadım. Onun için insanları tanımadım. İnsanlara puslu bir camın arkasından baktım. O insan âşık olabilir, hırslı olabilir, kindar olabilir, o insanın mevki hırsı olabilir, vs. Bunları hiç bilmem. … O anlamda bütün hayatım boyunca insanları ihmal ettim. Ama bunu daha çok kendime dönük olduğum anlamında yorumlamamak lazım. … Örneğin hayatımın çok büyük bir kısmını öbür insanların içinde yaşadım. Buna ben başkasında yaşamak diyorum. … O insanların seni nasıl algıladıklarını düşünüyorsun, o insanın senin hakkında ne düşündüğü insanı etkiliyor.”[6]
Aren’in, anlattıklarının kendine dönük olduğu anlamına gelmediğini ileri sürmesi hatalıdır (eğer asosyallik anlamında almayacaksak bunu); insanlarla ve hayatlarında olanlarla bunların kendi benliğinde yarattığı akisler, yalnızca bunlar üzerinden ilgilenmektedir çünkü. Merak ettiği insanlar değil, onların kendi üzerinde yarattığı/yaratacağı tesirlerdir. Günümüz solcusu da dış dünyada olup bitenlerle, başka öznelerle ve genel anlamda “mücadele”yle, bunların kendi soylu benliğinde yarattığı ve yaratması muhtemel akislerin kabul edilebilirliği ölçüsünde ve ekseninde ilişkiye girmektedir. Bu ilişki moduna rengini verense, benliğin sürdürülebilirliği açısından faydaları saymakla bitmeyecek, gürültülü bir ahlakçılıktır. Eski devrimcilerin ölü derisi üstüne son moda özgürlükçülerce damgalanan “ahlakçı” sıfatını, bu yaftayı yapıştıranların kendisine çevirmek gerekir bu nedenle. ’60’lar-‘70’lerdeki muadilleriyle kıyas edildiğinde bugünün solcusunun insaniyetten çok daha fazla pay almış olduğu, daha vicdanlı olduğu söylenebilir bu bakımdan. Eksik vicdan geniş repertuarlı bir eylemciliği getirmişken vicdanı susmayanlar ağrılı bir atıllık içinde debelenmektedir bugün.[7] Kendi gündelik varlıkları dışında bir kalkış ve (müstakbel) varış noktası olmayanların, üzerlerine düşen yansımalarla meşgul halde yaşayacak olmaları bir zorunluluktur hep; bu bakımdan başkalarıyla gerçekten ilgilenmek için esasında onları önemsememek gerekmektedir muhtemelen, onları ciddiye almak için temelde çok ciddiye almamak gerekmektedir, çünkü bir varış ve kalkış noktası vardır hep öznenin gündelik varlığıyla hudutlu olmayan bu durumda, siyasetçi budur işte.[8]
Birey düzeyindeki kendine dönüklüğün kurumsal düzeyde de yürürlükte olduğu ise şuradan anlaşılmaktadır: Türkiye’de solcuların reel politiğin derinlerine daldıkları yegâne alan (dar) örgüt duvarlarının arasıdır (her birimizin gündelik hayattaki engin repertuarlı reel politiğini zaten paranteze alıyorum). Adam kullanma, ayak kaydırma, (daha nadir olarak) insan eyleme gibi pratiklerin sistematik tatbiki bu alanın sınırları içinde gerçekleşir. Örgüt içindeki mikro reel politik makro reel politiği engeller[9] ama tatbik edenler nazarında bir engel olmasa gerektir bu aslında (tüm o ritüelleri vs. ile birlikte). Siyasetçi olmaksızın siyasetçi elbiseleri içinde gezmek böyle sürdürülebilir kılınır da ondan. Unutmamalıdır ki insanın kendisini uzun erimli kandırarak kişiliğinin varsayımsal bütünlüğünü gerçekliğe tercüme edebilmesi için başkalarını da aynı konuda kandırması gerekmektedir (zor bir iştir kuşkusuz ve yine bir dolu kimsenin takdir edilmesi gerekir). “Vasat ümmet”in pek sevdiği, Ece Ayhan’ın “aşk örgütlenmektir abiler”[10] sözü minvalindedir aslında vaziyet: Aşk (herhalde itiraz eden çıkmasa gerek) kendine örgütlenmektir. Türkiye’de solcular-devrimciler[11] kendilerine örgütlenmektedir.
Öyle ki onlar nazarında dışarıda hiçbir şeyin vuku bulmadığı dahi iddia edilebilir. İki devrimci yayın organının 31 Mart 2024 seçimleri hakkında yazmış olduklarına bir bakış atarak bu iddianın ne derece doğru olduğuna ilişkin bir kanaat edinmek mümkün olsa gerek. Seçime yönelik tavırları ele almamın arkasında şu var; seçimler Türkiyeli devrimcilerin makro ölçekte siyaset yapabilecek kapasitelere sahip, gerçek özneler olmadıklarını (her seferinde) apaçık biçimde sergileyen, semptomatik vakalardır. Bir sosyalist/devrimci örgütlenmenin seçimler karşısında tercih edebileceği üç yol mevcuttur: 1) Kazanabilecek mevcut güçlerden birini desteklemek, 2) Seçimi boykot etmek, 3) Kendi adaylarını çıkarmak ve bu yolların hangisi seçilirse seçilsin, arkalarında gerçek siyasi özneler bulunmadığından, siyasi eylemler olmak sıfatına nail olamazlar, birer tavır alıştır hepsi. Kazanabilecek güçlerin kazanma yolunda devrimcilere ihtiyacı yoktur, sadece devrimcilerin acınacak kitle tabanıyla gidilecek bir boykot (bu taban gerçekten devrimcileri dinlese dahi) hiçbir görülebilir etki yaratmayacaktır, kendi adayınızı çıkardığınızda vaka daha da gülünçleşmeye başlar, zaten devrimciler de bunun farkında olsa gerektir ki kendi programlarının propagandasını yapmayı amaçladıklarını ileri sürerler bu kampanyalar aracılığıyla, bunun neden seçim döneminde ve aday çıkarılarak yapıldığını ise anlamak mümkün değildir. Dördüncü seçenek ise, burada yaptığım üzere, bu seçeneklerin her birinin çıkışsızlığına işaret etmektir ki örgütler söz konusu olduğunda bunun (hangi bahane arkasına saklanılarak olursa olsun) yapılması aslında çıkışsızlık tespitini kendi içinden patlatır, bu tespiti siyasi özne olduğunu iddia eden bir örgütlenme yapmaktadır çünkü. Bu çıkışsızlık durumunun üstesinden gelmek için sarılınan savunma mekanizmalarının en meşhuru ise (genellikle boykot çağrısıyla birleşen) “seçimler oyundur” önermesidir.
Kenan Kızıl daha seçimin yapılmasına günler varken, 21 Mart 2024’te şöyle yazmıştır Mücadele Birliği web sitesinde: “Kim kazanacak sorusunu bile sormak, bu koşullarda züldür. Zira akıldan yana aşırı fakir olmayan herkes biliyor ki [ne alçakgönüllülük], kaybedecek olan emekçilerdir. Yani esas seçmen kitlesi. Emekçiler, seçimi değil onun bir gün sonrasını düşünüyorlar. … Oyun bitti; kış geldi, sokaklarda üç beş akgezen hortlak dışında bir şey yok. … [Ve yazar seçim katılım oranlarının yüksekliğini gündeme getirip ve sonra gündeme kendisinin getirdiği bu meseleye anlamsız bir cevap dahi veremeyip meselenin seçimler değil de devrim ile karşı devrim arasındaki saflaşma olduğunu söyledikten sonra şu çok görkemli sözleri ediyor] Taraflar seçim yapmaz onlar zaten taraftır ve seçimini önceden yapmıştır. [Ve bir kez daha tekrarlanıyor] Konumuza dönersek; Oyun bitti.”[12]
Bu yazının en komik ve semptomatik momentleri oyunun bittiğini okuduğumuz yerler. Seçim sonuçlarının belli olmasının ertesinde “ama sömürü devam ediyor, işçilerin koşulları aynı” şeklinde açıklamaların yapılmasının âdetten olduğu biliniyor zaten, daha seçim yapılmamışken oyunun bittiğinin söylenmesi ise dünyadan kopukluğun daha da derinleşmiş olmasına işaret ediyor. Ama daha realize olmamış bir oyunun bittiğinin iddia edilmesi mantığa sığmıyor, ortada bir oyunun dahi olmadığının söylenmesi gerekir bunun yerine yahut yazarın fikir dünyasını süsleyen kendinden menkul konseptlerin makbul kıldığı sınırların dışında kalan her şeyin, o berbat ve çok da ciddiye alınmaması gereken ampirik âlem de dahil olmak üzere, bütünüyle bir oyun kabul edilmesi gerekir (ki oyunların da hakkı yenmektedir aslında böyle düşünüldüğünde, oyunlar da ikincil-üçüncül türden bir gerçekliğe devredilmektedir, halbuki oyunları kazanmaya dönük engin bir heves beklenir herhalde devrimciden). Devrimciye göre ampirik gerçeklikte hiçbir şey vuku bulmamaktadır. Gündelik siyasi vakalarla denize belki bir bardak su daha dökülmüş olur en fazla. Tek bildiğimiz ve tek önemli olan insanların yoksul, aç oldukları ve gerçek bir değişimin bu yoksulluk ve açlıktan geleceğidir. Dolayısıyla seçimler ile yoksulluk aynı varlık statüsünde değildir, aynı gerçeklik düzeyinde buluşamazlar bir türlü, aslında istenmez bu düpedüz. Öyleyse mesele şudur: Yoksulluk a prioridir, açlık a prioridir ve devrimcilik a prioridir. Devletsiz sosyalizm isteyenlerin a priori özgürlükçülüğüyle çekirdekten sosyalistlerin a priori devrimciliği burada buluşuyor işte. Ve ne yazık ki ilk grubun atıllığı daha parıltılıdır (en azından daha düzgün yazı yazabiliyorlar). Nihayetinde küçümsenen o belediye işlerinden harlanan bir muhalefet hareketi çıkmış, CHP gibi bir partiyi Türkiye’nin en solcu muhalefet partisi haline getirmiştir. CHP’nin oyun oynamaya daha hevesli olduğu söylenebilir öyleyse ve takdire şayandır bu (geleneksel sol lügatin isterleriyle uyuşmaz ama tabii bu dediğim, insaniyetli değildir çok, tam da bu nedenle takdire şayan bulunması gerekir belki de ama).
Aynı dönemde benzer yazılar yayınlayan Alınteri’nin web sitesinden ise Mürüvvet Küçük’ün ilgili bir yazısındaki bir vurguya değineceğim. Şöyle yakınıyor Küçük diğer sosyalistlerden: “Sürecin Türkiye cephesindeyse durumlar daha karışık. Genel seçimlerde olandan bile… İttifaklar kuruluyor-kurulamıyor, her özne ittifaktan bahsederken aynı zamanda kendi çıkarları temelinde ayrı bir yol açmaya yöneliyor, güç olmak adına sağcı-milliyetçi kimlikleri bilinen adaylarıyla ‘tabanını genişlettiğini’ iddia edebiliyor, hazırladıklarını söyledikleri programın propagandasını değil popülist söylem ve çıkışlarla süreci yönetmeye çalışıyor.”[13]
Şimdi yakınılan ne, tekrarlayalım soğukkanlılıkla. İlk olarak ittifakların kurulup kurulamamasından, ittifaklar söz konusu olduğunda ittifakın potansiyel oluşturucularının hepsinin kendine has gündemleri bulunmasından, “bizim mahalle”den olmayan adaylar çıkarmak gibi bir terbiyesizliğe dahi kalkışılabildiğinden ve program propagandası yerine (artık bu her neyse), “popülist söylem ve çıkışlar”da bulunulduğundan yakınılıyor. Şimdi bunların yekunu ne eder, nereye işaret eder, gerçekten yakınılan ne, adlı adınca söyleyelim: M. Küçük, siyaset yapma çabasında olanlardan yakınıyor. Siyaset yapmak bir onur da değildir rezalet de kendi namına ve tipinize ve olan bitene göre onur verici bir şey de olabilir bir rezalet de ama bilinen şudur; siyasetçiyseniz sizden siyaset yapmanız beklenir, yaşlı gözlerle dünyada insaf diye bir şeyin zerresinin dahi kalmadığından yakınmak değil. Küçük’ün, bahsettiği ‘özneler’in yaptıklarını adamakıllı yapamamalarından yakınması gerekirdi bir Leninist namıyla, halbuki o temiz siyaset aradığını söylüyor. Yazarımızın iyi niyetli olduğundan zerre kuşku duymuyoruz, muhtemelen bir siyasetçi değil kendisi. Türkiye’de Leninizmin pratiğinin doruklarında dolaşan yegâne siyasetçinin Devlet Bahçeli olması üzücüdür.
İnsanlık fazlası
Türkiye’de devrimciliğin devrimci-solcu bedenler-zihinler düzeyindeki sürdürülebilirliği devrimci bir ruh hali, dönemimize has bir devrimci duygular bütününün devamlı olarak dolaşımda tutulmasıyla sağlanmaktadır (Bunun kendisi −duyguların devrimcilikteki ve genel olarak siyasetteki yeri− dönemimize has değildir ama elbette). Devrimci devamlı olarak çetele tutmaktadır; kim alkışlanacak kim yuhalanacaktır, kim övülecek kim yerilecektir, bunların çetelesini. Hep izleyici konumundadır. Başkalarına, siyasi bakımdan gerçekten özne olanlara dair verdiği notlar kendisine verdiği notlardır aslında bir yandan da. Her siyasi poz kesişiyle kendi saf, belirlenimsiz devrimci ruhunun incelikli kıvrımlarını sergiler durur. Soyut bir evrensellik mümkünse devrimci-solcu bu evrensellik düzeyinde konaklamaktadır. Kusursuz siyasal bedeninin bir burjuva siyasetçiye oy vermekle, “önemli çevreler”de itibar görmeyen bir kelimeyi kullanmakla, siyaset için büyük numaralar çevirmekle (veya çevirmeye çalışmakla) kirleneceğinden korkmaktadır. Devrimcinin ne kayda değer bir pratiği vardır ne de anlamlı bir teorik mesaisi; bedeni de zihni de tertemizdir gerçekten doğrusu. Bu durumda geriye sadece parıltılı (ve artık can sıkan) bir duygular yelpazesi ile (beyan edilmeyen duygu işe yaramayacağından) duygu beyanları kalır geriye. Bitmez bir tutum-tavır alışa indirgenmiş durumdadır Türkiye solunun toplam pratiği ve en iyi ihtimalle, ortalama militan genişliğinde kalmaktadır bu tavırların erimi.
Peki nasıl yalnız duygu ve duygu beyanlarıyla tanımlamak mümkün hale gelmiştir devrimciyi? Cevabım şu: Devrimci mevcut güçsüz durumunda duygulanmaktan başka şey yapamaz, duygulanmak onun derdinin dermanıdır[14], derdi de var kalmaktır elbette başta, hepimiz için olduğu gibi.[15] Bir zaman önce okumuşların benliğini ikiye katlayan duygular şimdi benlikleri düğüm etmektedir. Devrimci (kendi nazarında) ne kadar dürüst, ne kadar iyiliksever, ne kadar idealist ise o kadar içine kaçmaktadır; gerçek dünyada, yani bize benzemeyen başkalarının da olduğu, bizi dinlemeye hazır kulakları olmadığı gibi üzerimize saldırmalarının da zaman zaman ihtimal dahilinde olduğu dünyada, yani sadece benim-bizim olmayan dünyada, o kadar gücünden olmaktadır (artık ne kadar varsa gücü, bunca düğümü çözmek ne kadar mümkünse bir yerden sonra).
*
Küba Devrimi’nden sonra, kumandanlık görevinin yanında INRA’nın ve Küba Ulusal Bankası’nın da sorumluluğunu almış olan Che uzun, çok uzun bir mesainin sonunda, sabah saat 6.30’da şunları yazıyordu annesine: “Biz insan değil iş makineleriyiz, zor ve belirsiz koşullar altında zamana karşı savaşıyoruz.”[16]
Bugün hiçbirimiz iş makinesi olmak istemiyoruz. Bugün hoşnutsuzuz ama konforluyuz da. Bugün biz çok ama çok insanız. Bütün melanet de buradan kaynaklanıyor gibi.
[1] Theodor W. Adorno, “Biçim Olarak Deneme”, Edebiyat Yazıları, çevirenler: Sabir Yücesoy – Orhan Koçak, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 22. Adorno’nun ifadesi eksikli de duruyor beri yandan; çünkü aldanış tam da toplumun kurucu-oluşturucu koordinatlarına yazılıdır (Gelgeç −hatta kuvvetli− sapkın, ‘aldanmayan’ düşüncelerle −‘global’ olmadıkları müddetçe− bu aldanışın üstesinden gelmenin mümkün olmadığı manasında söylüyorum bunu; aldanış çok çok maddidir çünkü). Burjuva toplumun ve ideolojinin kendi kendini kandırması, bizzat var olması, kendisi olması demektir zaten. Ancak “vasat ümmet”in bir marifeti vardır bu hususta: Bu ebed-müddet aldanışa kendi has mı has stilinde bir kıvrım ekler; burjuva toplumun üzerinde yükseldiği zehabıyla yaşar, hareket eder ve bunu görelim, takdir edelim ister devamlı ama yüzeyde durur. Profesyonel devrimci figürü (yahut genel manada orijinal birey) de havada süzülemez gönlünce elbette ki, kastım o değil. Tersine, buradan çıkış olmadığının, burada olduğumuzun kabulü gerekmektedir artık bu düzeyde (kendi varlığımız da “bura”ya dahildir). Yüzey olduğu yerdedir hâlâ ama üzerinde heyecan, hınç ve düş kırıklığıyla dolanarak onun orasını burasını gücü yettiğince değiştiren, yok eden ve (“kendi dilediğince”) alıkoyan kimseler olduğu görülmektedir. Bu minvalde son aylara damgasını vurmuş yoksul burjuva hareketini düşünmek de ilginç olacaktır; birey olmak hususunda ciddi ciddi havada süzülmektedir bu insanların (kendileri olmasa da) zihinleri, bireyliklerini somutlayabilecek maddi imkânlara sahip değillerdir çünkü. Tarihsel olarak kendi sınıflarının uhdesinde olan liyakatle ilişkisiz “mitingciler”in de “cahiller”in de ayaklarının toprağa çok daha sert bastığını görmektedirler beri yandan (ancak bakın şu işe ki onların da bunca bireyliğe niyeti yoktur); süzülmekte olan bireyci bireyliğe (yeterince korkutucu olamasa da) sinirli ve coşkun bir hâl getirir bu bir zaman için. Tabii bütün bunlara gerek duymayıp analiz niyetine “gençler”in sırtlarını sıvazlayarak kendilerine küçük ve orta ölçekli kariyerler inşa etmeleri de mümkündür insanların; görüyoruz da bunu zaten. Gezi’nin özgürlükçü solcu “kamusal entelektüel” figürünün yerini daha Kuvvacı bir eşi almaktadır bugün.
[2] Che’nin 20 Ağustos 1960’ta, Küba’da tıp öğrencilerine yaptığı konuşmadan. Ernesto Che Guevara, The Motorcycle Diaries. Notes on a Latin American Journey, Seven Stories Press, 2021, s. 181.
[3] Immanuel Wallerstein, “New Revolts Against The System”, New Left Review 18, Kasım-Aralık 2002: https://newleftreview.org/issues/ii18/articles/immanuel-wallerstein-new-revolts-against-the-system (Erişim Tarihi: 18.3.2025).
[4] Sungur Savran, “The age of egoism”, Revolutionary Marxism 2022, s. 59-60, 62, 66, 68, 76. Ancak önemli bir meseleye de dikkat çekmek gerekiyor bu yazıyla ilgili: Savran’ın kullandığı “eğitimli (yarı-)proletarya” kavramı hem ne gibi bir açıklayıcı değer taşıdığı anlaşılamayan (bir de parantez içindeki!) “yarı” sıfatının teorik bir sıfat olmaması hem de “proletarya”dan sayılmanın profesyonel olmayan işlerde çalışmakla eşlenmesi nedeniyle muhtemelen, kafa karıştırıcıdır (aslında düpedüz yanlıştır). Üniversitenin eski kast üretme misyonunu yerine getiremeyişinden de verimsiz ama has Marksist (!) bir sonuç çıkarır Savran bu kavram kılığındaki söz öbeğinden yola çıkarak; bu “(yarı-) proletarya” has proletaryaya dönüşme yolunda olduğunun işaretlerini vermektedir (s. 85-6). İki nokta gözden kaçırılmaktadır burada: (1) Üniversite diplomaları sınıf atlatmıyor olabilir bugün çoğunluğa ama “meritokrasi” zihniyeti, liyakat ilkesi hâlâ yürürlüktedir; kast olduğu bilincine sahip ama kimsece kast olarak görülmeyenler de bir düzeyde kasttırlar hâlâ. (2) Bu zihniyetle bağlantılı olarak, insanların benzer veya aynı çalışma koşullarında, mevkilerde, işyerlerinde vs. bulunuyor olmaları bunları otomatikman ortaklaştırmaz (aynı hiç kılmaz). Ana motivasyonu işçi olmamak olan bir kimse için dahi işçi olmanın doğrudan “devrimcileştirici” bir etki yaratacağı umudunu ucundan göstermek yetmez, izahı gerekir bunun (İşçi olmanın devrimcileştirici olduğundan sevindirici bir gelişme olduğunun da kanıtlanması gerekir). “Muhafazakâr vatandaşlarımız”ın “gençler iş beğenmiyor” cikleti daha değerlidir Savran’ın meseleye ilişkin bu yazdıklarından; “gençler” işçilerin yaptığı işleri beğenmemektedirler. “Saraçhane vakası” bu bağlamda kritiktir ve ekonomi ile zihniyet arasında her daim dışlayıcı bir seçim yapılması gerektiği varsayımına dayalı, mazisi eski cepheleşmeyi de yerle bir etmesi gerekir esasında: “Saraçhane gençleri”nin ekserisi işçilerden de zavallı durumdadır para-pul bakımından, dolayısıyla modern eğitimin ürünü bir dolu mamul malın bir meydana doluşup “bizi satın alın” demesidir de bu eylemler, “bizi bizim istediğimiz gibi ve istediğimiz fiyattan satın alın.” Ve tam da Savran’ın hülyasını kurduğu gibi tek bir ayrıcalığı dahi olmayan bu gençler hem AKP’li işçilere hem de CHP’li işçilere (kelimenin en nesnel anlamıyla) hasımdır (İlk grup “cahiller”dir, ikincisi “mitingciler”). Hareket tarzları tam bir otonomluk zihniyeti üzerinde yükselmektedir bu sınıf bilinçleri nedeniyle (bunun sonucunda, paradoksal biçimde, CHP’nin Türkiye’nin en solcu partisi haline gelmesi ise okumanın yararlarını bir kez daha kazımaktadır kafalarımıza tabii). Temel mesele ise bu insanların kendilerine alıcı bulma istekleriyle Kuvvacılıkları, adalet istekleri vs. arasındaki ilişkileri tespit etmektir. Savunulamaz bir dizi müdahalenin parçası olsa da, Foucault’nun İran Devrimi bağlamında Şiilikle ilgili sarf ettiği şu sözleri yol gösterici olabilir bu kısır ikiliklerin boğucu arazisinden ötelere geçmemizde: “Şiilik, başka sözcük bulma becerisinden yoksun birilerinin emellerini nakletmek için kullanmak zorunda kaldığı basit bir kelime dağarcığından çok daha fazlasıdır. Bugün ve geçmişte defalarca, sade halkı harekete geçirir geçirmez siyasi mücadelenin kavuşmuş olduğu biçimdir Şiilik. Hoşnutsuzuk, öfke, sefalet, çaresizlik biçimlerinin binlercesini bir güce dönüştürür. Bu biçimleri bir güce dönüştürür, çünkü kendisi bir ifade biçimidir, bir toplumsal ilişki kipidir, esnek ve kabul gören temel bir örgütleniştir, birlikte olmanın bir yoludur, dinlemenin ve konuşmanın bir yoludur, ayrıca insanın başkaları tarafından dinlenmesini ve arzuladığı şeyi başkalarıyla birlikte arzulamasını mümkün kılar.” Michel Foucault, “Tahran: Şaha Karşı İman”, Janet Afary ve Kevin B. Anderson, Foucault ve İran Devrimi. Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığın Ayartmaları içinde, çev. Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 257-8 (vurgu metnin orijinalinde). Saf ekonomik-olan (!) dışındaki her şeyin manasız kabuklar derekesine indirildiği kaba Marksizme aykırı bu sözler tabii ama o kaba Marksistler bilmiyor ki örneğin laiklik Saraçhane gençlerinin “gerçek” çıkarlarının bir örtüsü değildir, gerçek çıkar tam da laiklikle gerçek çıkar olur bu insan toplulukları nezdinde, öyle ki laiklik örtüsünü kaldırdığınızda bulmayı umduğunuz “saf” ekonomik çıkarı göremeyecek olmanız yüksek bir ihtimaldir. Veri girişçiliği değil, analiz yapmak gerekiyor kısacası. Eldeki kavramları operasyonelleştirmek, operasyonelleştirilemiyorlarsa (en azından bir süre için) bırakmak gerekiyor bunları. İşe yaramaz tasnifler yapmak hususunda “merkez-çevre”cilerle “ortodoks Marksistler” arasında bir fark bulunmuyor, birbirlerinin ayna tersi bunlar (kuru ve külyutmaz üslupları da benziyor genelde birbirine). Savran’ın Gezi üzerine bir yazısında, bu ayaklanmada “eğitimli (yarı-) proletarya”nın yeri hakkında daha serinkanlı ve de doğru bir analiz yaptığını da belirtmeden geçmeyeyim. Bkz. Sungur Savran, “The Gezi Popular Rebellion: A Critical Evaluation”, Gezi at Ten. Domination, Opposition and Political Organization içinde, ed. Ozan Siso, Ufuk Gürbüzdal, Eren Karaca, Brill, 2024, s. 53-4.
[5] Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri Cilt 2: 12 Eylül Karşıdevriminden 28 Şubat’a, Yordam Kitap, İstanbul, 2024, s. 254.
[6] Sadun Aren, Puslu Camın Arkasından, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s. 151-2.
[7] Ahlak meselelerinden söz açmışken meşhur bir devrimcinin şu sözlerini hatırlatmamak olmaz (Küba devrimi yolunda yürütülen mücadele sırasında gerillaların benimsemiş olduğu, sivillere zarar vermemek, esir alınan düşmanlara kötü muamele etmemek gibi etik ilkelerden konuşulurken söyleniyor bu, üzerine basarak vurguluyorum): “Bunu yapmazsan zafere ulaşamazsın. Savaşta ve politikada çok temel birtakım ilkeler vardır. Etik sadece ahlaki bir mesele değildir. Etik meyvesini de verir.” Ignacio Ramonet, Fidel Castro. İki Ses Bir Biyografi, çeviren: Bülent Levi, Doğan Kitap, İstanbul, 2006, s. 160.
[8] Bir de has siyasetçi değil de onun (olabilecek en nötr anlamıyla söylüyorum) timsali olarak görülebilecekler var. Perinçek has siyasetçinin misalinin en mücessem timsalidir diyebiliriz bu bakımdan. Perinçek küçük ölçekli bir liderdir hep ve büyük ölçekli bir liderin kusurlu bir timsalidir de mevcut siyasi cüssesiyle. Çünkü yaptığı liderlik değildir, liderin nasıl olması gerektiğine işaret etmektir. Söyledikleri coşturucu değildir de coşturucu bir söz neye benzerdi düşünsek, işte onu söylemektedir. Kendisini bir kader gibi takip eden başarısızlığının sebeplerinden biri de budur muhtemelen. Artık sol içinde saymak elbette ki mümkün olmasa da kendisini, özgürlükçü ve kazanım, iktidar, devlet karşıtı solcularımız dişe dokunur neredeyse hiçbir şey konuşmazken, örneğin Cem Toker’in karşısına çıkıp ezilenlerin kazanımlar elde etmesi yolunda devletin önemini sade ve gerçekçi bir tarzla anlatması değerlidir yine de ama.
[9] Belirtme gereği duyuyorum; ahlaksızca olduğu için değil. Bu mikro siyaset, makro boyutta (yahut bu boyuta yönelmiş bir tahayyül indinde) işe yaramamaktadır sadece.
[10] Ece Ayhan’ın kariyerini okumuşların entelektüel tembelliklerini zorlamak ve de bununla dalga geçmek eksenli kurmuş olduğu düşünülürse acıklı ve gülünç bir durum tabii. Ece Ayhan’ın anlamamış olduğu şudur öyleyse; kimsenin zorlandığı yoktur, çünkü kimsenin kendini zorladığı yoktur, çünkü kimsenin buna ihtiyacı yoktur.
[11] Yazılar boyunca “solcu”, “devrimci”, “sosyalist” sözcüklerini birbirinin yerine yahut yakın anlamlı olduklarını sezdirecek şekilde kullanmamın nedeni reformist/devrimci, solcu/sosyalist, devrimci-demokrat/işçici-sosyalizmci gibi ayrımların yine mikro siyaset düzleminde kalan tavır alışlar olmak dışında bir anlam ifade etmiyor olmasıdır. Aslında, genel manada, örgütlü/örgütsüz solcu ayrımı da anlamsızlaşmış durumdadır. Ancak tam da bu anlamsızlaşmalar bahsettiğimiz mikro düzlemde sahiplenilen tavrın (farklılık kârı elde edilmesi amacıyla) sembollerle, jestlerle vs. abartılı bir şekilde sergilenmesini getirerek bir düzeyde örgütlü/örgütsüz vs. ayrımlarını (bu düzeyin gerçekliğinde) yaratmaktadır da.
[12] Kenan Kızıl, “Seçimler,” Mücadele Birliği Web Sitesi, 21 Mart 2024: https://www.mucadelebirligi23.net/index.php/makaleler/kenan-kizil/10662-secimler (Erişim Tarihi: 20.7.2025)
[13] Mürüvvet Küçük, “Bir seçim dönemi daha…”, Alınteri, 26 Şubat 2024: https://alinteri10.org/2024/02/26/bir-secim-donemi-daha/ (Erişim Tarihi: 24.7.2025). Başlığa dikkat edin, yine bir hususiyeti yok seçimlerin, “bir tane daha” sadece; hep aynı şey oluyor, aslında hiçbir şey olmuyor ve bunu anlamış dirayetli birileri de olmayan bir şey hakkında yazıyor hevesle.
[14] Robert Solomon bir makalesinde duyguların “başımıza gelen” irrasyonel ve yıkıcı şeyler olmadığını, rasyonel ve amaca dönük olduklarını ileri sürer. Duygular faillerin amaçlarına hizmet eder, der. Örneğin öfke bir kazanma stratejisi olarak düşünülebilir belli bağlamlarda. Ancak bu stratejinin layığınca işlemesinin ve de tabii duygunun mevcudiyetinin koşulu, failin o sırada, duygunun anında bu stratejinin farkında olmamasıdır. Ancak bu bir çıkışsızlık anlamına gelmez Solomon için; duygular daha çok eylemlere benzedikleri için onları da herhangi bir eylem biçimini seçer gibi seçmek mümkündür. Mesele failin duygularının amaçlılığı hakkında düşünmesi ve gerektiğinde bunları değiştirmeye çalışmasıdır. Robert C. Solomon, “Emotions and Choice”, What Is an Emotion? Classic Readings in Philosophical Psychology, Cheshire Calhoun ve Robert C. Solomon (eds.), Oxford University Press, 1984. Benim bahsettiğim tek tek duygulardan ziyade bir mood olsa da Solomon’un modeli devrimcimize bire bir uyuyor ve önerdiği sebatkâr, kişilik planlamasına dayalı yol da hem ona hem de hepimize bir hayli zor geliyor elbette. Meşhur devrimcilerin çoğunun asketik yaşama tarzlarına sahip olmasını buradan yola çıkıp düşünmeli aslında; yönetmek, değiştirmek, hükmetmek, bir dünyanın dönüştürülmesine kumanda etmek; muhtemelen bildik hazlar bunların yanında pek bir zevksizce ve zayıf geliyordu bu kimselere, has hazcılar onlardı belki de. Bu arada Solomon’un daha sonra Adalet Tutkusu diye, orta sınıf Amerikalının vicdanını rahatlatmak amacına dönük, çok zayıf ve kötü bir kitap yazmış olduğunu da belirtelim; burada Solomon duyguların içeriden bir yerlerden gelebildiğine gerçekten inanıyormuş gibi görünür artık. “Vasat ümmet” daha çok sevecektir, muhtemelen seviyordur da, eğer hâlâ bir şeyler okuyorsa.
[15] Duygulanmanın ve sözde evrensel birtakım duygu hallerini methetmenin faydalarını bitmemecesine gördüğümüz ‘bir’ eser de Gün Zileli’nin (okuması gerçekten zevkli ve öğretici olan) anı kitaplarıdır. Zileli, Aydınlık hareketinin önde gelenlerinden biri namıyla bin türlü politik oyun çevirir yahut çevrilmesine konuşarak yahut susarak destek olur, insanların fiziksel-ruhsal zararlarına olacak pek çok adım atar ve her seferinde aklar kendini; çünkü ne kadar kötü yapmıştır, çünkü aslında arkadaşlık diye bir şey vardır, dostluk diye bir şey vardır ama lanet olsun ki bu siyaset ortalığı karıştırmıştır –Zileli ultra-yapısalcı olur, çünkü buna ihtiyacı vardır ama herkesin bildiği üzere siyaset kendini yapmaz, insanlar siyaset yapar ve bazen kötü, anlamsız biçimde yaparlar bunu. Zileli onu o ve (öyleyse!) iyi olan her şeyi iyi yapan duygular marifetiyle kendi düşürdüğü karanlığı zavallı bir nesneymiş gibi kaldırıp atmak peşindedir. Bitmezcesine yazdığı araştırma kitaplarıyla bütün devrimci tarihin ne kadar boktan olduğuna işaret eden Zileli’nin konu kendisine gelince bu kadar merhametli olması göz yaşartıcıdır gerçekten; suçladığı insanların da duygu yüklü ve en az Zileli’ninki kadar doyurucu açıklamaları vardır muhtemelen yaptıklarıyla ilgili (İnsanın bu kitapları okuyunca Doğu Perinçek’in Zileli’den daha hoş ve cool değil ama belki daha doğru biri olduğuna inanası geliyor ne yazık ki).
[16] Aktaran: John Lee Anderson, Che Guevara. Devrimci Bir Hayat, çeviren: Yavuz Alogan, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005, s. 437.