
21. Yüzyılın henüz başında, dünyanın hiçbir yerinde devrim rüzgarları esmiyor ve bu gidişi tersine çevirebilecek devrimci çıkışlar gerçekleşmiyorken ezilen bir halk olarak Kürtler, arkasında saf tuttuğu önderinin ve hareketinin iradesi ile ve yalnızca silahlı örgütlü gücüne dayanarak tarih sahnesinde kendisini yeni bir kategoriye taşıdı. Adına Rojava Devrimi dediğimiz politik hadise işte böyle gerçekleşti.
Kendi kurucu öznesine iktidar alanı yaratan bu politik hareketin ne olduğu ya da ne olmadığına dair çokça tartışıldı, hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Fakat yazının konusu bu değil. Aynı şekilde bu yazıda son aktüel gelişmelerden ya da Ortadoğu’da “kartların yeniden dağıtıldığından” da bahsedilmeyecek.
Bu yazı, Rojava Devrimi ölçeğinden genel olana doğru giderek Kürt hareketinin temel teorik tezlerinin pratikteki karşılığını sorgulayacak, Barış ve Demokratik Toplum sürecinin teorik dünyasında bu düşüncelerin nereye denk düştüğünün üzerinde duracaktır.
Bu sorgulamanın ekseni Kürt hareketinin devlet olgusu karşısındaki temel perspektifleri ile Marksizm-Leninizmin savuna geldiği “devlet ve devrim”in güncel bir deneyim üzerinden birbirine vurulmasıdır. Amaçlanan çok da güncel olmayan ve politik aciliyet arz etmeyen teorik bir meselenin bir kenara not edilmesidir. Bu notun üzerinde her devrimin devlete yazgılı olduğu yazıyor.
Beğenilsin ya da beğenilmesin, yalnız başına siyasal bir eylem olarak bile Rojava, sadece bir toprak parçasında siyasi iktidarın yeniden düzenlenmesi değildir. O, hiçbir şeyi olmayan bir halkın ve hareketin −ve üstelik kendisine sosyalist diyerek Türkiyeli devrimcileri stratejik müttefik ilan eden bir hareketin− yine kendisine özgü yollardan geçerek gerçek bir kuvvete dönüşmesinin öyküsüdür.
Bu deneyim eleştirilere açık olmakla birlikte kuvvet olmak isteyen her öznenin öğrenecek bir şeyler bulabileceği bir deneyimdir. Bu deneyim, iktidarı fethetmek gibi Marksist politik dertleri olanlar için olduğu kadar kendi paradigmasını hayata geçirmek isteyen Kürt hareketi için de devrim teorisi, sosyalizm, devlet ve iktidarın nasıl anlaşılması gerektiğine dair önemli sonuçları içerisinde barındırıyor.
Rojava bugün hâlâ adı tam konulamamış bir konjonktürün içerisinde. Adına ne devlet denebiliyor, ne de onun yok sayılması mümkün oluyor. Bu gerçeklik içerisinde Rojava deneyimi devlet ve devrim arasında nereye denk düşüyor?
Rojava’ya Yakından Bakmak: Öcalan’ın ütopyası Lenin’in gerçekleri
Rojava Devrimi, muzaffer olmuş her politik eylem gibi kendi politik zaferinin yanında yeni teorik tartışmaları da beraberinde getirdi. Yalnızca Kürt hareketinin basın kanallarını takip edenler dahi, Abdullah Öcalan’ın Demokratik Modernite paradigmasının dünya çapında ve gittikçe büyüyen bir ilgiye mazhar olduğunu görecektir. Bu zaten işin gereği olarak böyledir, zafer kazanan politik kuvvetin teorisi ve tarih anlayışı da zafer kazanmış sayılmaktadır. Marksizm-Leninizm’in kudretten düştüğü bu dönemde, ona eleştirel bir düşünce akımının politik genişlemesi elbette ki hegemonya alanını da genişletmiştir.
Peki, Kürt hareketi tarafından Rojava Devrimi’nin harcı ve felsefesi olarak kabul edilen demokratik ulus ve demokratik modernite paradigmasının bütün dünya halklarına anlatmaya çalıştığı çerçeve neydi, hatırlayalım:
“Sosyalizm kaybetti, çünkü devleti kutsadı. Devrim, devletleştiği anda bitti. Ona göre yeni bir yol gerekiyordu: Devletsiz bir toplum modeli. Demokratik ulus, halk meclisleri, kadın özgürlükçü ideoloji, özyönetim…
“Bürokrasi, iktidar, zor aygıtları, ideolojik aygıtlar, askerî hiyerarşi, merkeziyetçilik, yönetim aygıtları… Hayır, onlar eski dünyanın hayaletleriydi.”
İlk bakışta cazip. Hatta çarpıcı. Çünkü devrimci hareketler, yıkılan sosyalist rejimlerin arkasındaki bürokratik kabukların, halktan kopmuş yönetici kastların bıraktığı enkazın yükünü taşıyordu. Sosyalist devlet bayrağıyla tek başına direnen Küba’da bile, devrimci devletin varlığında sermaye lehine önemli geriye çekilişler yaşanıyorken, Rojava “devletsiz bir devrim” olmak iddiasıyla masaya oturdu.
Ancak Rojava Devrimi, farkında olsun ya da olmasın kendi varlığını Marksist devlet teorisi ile inşa ediyor ya da etmek zorunda kalıyor. Anın somut ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları yanıtlamaya odaklanmış Kürt hareketi, pratik olarak kendisini Marksist devlet teorisinin işaret ettiği aygıtları inşa ederken bulabiliyor.
Bunu büyük teorik tahlillere bulaşmadan ve hacimli alıntılara girmeden anlatmaya çalışalım. Lenin’de devlet, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aygıtı olduğu tanımını bir kenara bırakırsak, kabaca üç biçim halini alarak görünür: “Devlet, özel silahlı adam müfrezelerinden (ordu ve polis gibi), hapishanelerden ve bürokrasiden oluşan özel bir baskı gücüdür.”
Bilinir ki iç savaş yıllarının hemen ardından Lenin, yeni Sovyet cumhuriyetinin bu üçü tarafından neredeyse boğulmak üzere olduğunu belirterek yakınmaktadır.
Bugün aynı yakınma sesleri Rojava Devrimi ile ilgili yürütülen teorik tartışmalarda da açıkça kendisini gösteriyor. Kürt hareketinin “demokratik modernite” perspektifi ile yayın yapan teorik mecraların önemli bir kesimi bu gerçeği şu ya da bu biçimde ifade ediyor. Yine Kürt hareketinin temel kurumlarının okuyabildiğimiz değerlendirmelerinde de, Rojava pratiği ile demokratik modernite paradigması arasındaki makasın her gün daha fazla açıldığı belirtilmekte.
Elbette ki Kürt hareketinin kendi deneyimini ilgili kitlelerin önünde bu açıklıkla tartışabilmesi bile başlı başına kıymetlidir, yapıcıdır. Dert edilenin özgürleştirici bir toplumsal sistem arayışı olduğu ve bu arayışın tartışmasız bir devrimci samimiyeti içerisinde barındırdığı bellidir.
Ancak burada sorulması gereken şudur. Yapılması gereken, devlet mekanizmasına benzer bir yapı inşa edilirken, hayır bu devlet değil mi demektir, yoksa bu inşanın kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu bilmek ve bunun getirdiği adımları atarken devrimci önlemler mi almaktır?
Eşyayı Adı ile Çağırmak: Her devrim devlete yazgılıdır
Yalnızca Rojava değil, karşısındaki karşı-devrimci devlet gücüne karşı varlığını korumak ve bu varlığa denk düşen toplumsal-siyasal bir sistem inşa etmek isteyen her politik özne, kendi otoritesini garanti altına alacak biçimde kendisini örgütlemek zorundadır. Paris Komünü, Ekim Devrimi, yenilgiye uğrayan Macar ve Alman devrimci girişimleri, Çin, Küba ve zaferler kazanıp yenilgiler yaşayan daha birçok devrimci deneyim aynı gerçeği söylüyor.
Yukarıda devletin kaba bir tanımlamayla ordu, polis, hapishane ve bürokrasiden ibaret sayılabileceğini belirtmiştik. Buna Max Weber’den bir tanım daha ekleyelim: “Devlet, belli bir coğrafyada meşru şiddet tekelini elinde tutan aygıttır.”
Eğer bu tanıma bir itiraz yoksa tam da buradan, “şiddet tekeli”nden devam etmekte fayda var.
Hem Demokratik Modernite paradigması hem de Marksizm-Leninizm ordu bahsinde kabaca şunu söyler. Düzenli-zorunlu askerlik yerine gönüllülüğe dayanan halk milisleri.
Evet, militer aygıtın giderek parçalanması her devrimin romantik hayalidir. Ancak, düşman devletlerin en iyi şekilde teçhizatlandırılmış düzenli orduları tarafından kuşatılmış bir devrim kendisini karşısındaki güce yakın bir şekilde örgütlemeden bu kuşatmayı nasıl yarabilir?
İşte Paris Komünü teoriye devrimci bir romantizmle bağlı kalma pahasına bu kuşatmadan çıkamadı, Ekim Devrimi ise Lenin’in gördüğü bütün düşleri bir kenara atarak yine Lenin’in talimatıyla düzenli ve zorunlu askerlik biçiminde, Kızıl Ordu adıyla kendisini örgütlediği için iç savaştan galip gelebildi.
İşte Rojava Devrimi de, teorik olarak reddetse dahi pratik olarak kendinden önceki devrimlerle aynı yolu tutmak zorunda kalmıştır. Rojava Devriminin başlangıç günlerinde cihatçıların hücumundan yorulan merkezi devleti, ferdi silahlarla ve hatta yer yer kazma küreklerle donatılan halk milisleriyle söküp atan Kürt hareketi, bu biçimiyle uzun vadeli bir savaşı kazanamayacağını erkenden anlamıştır.
Buna uygun olarak da devrimin sivil elbiseli – silahlı halk milisi görüntülerinin yerini onbinlerin nizami şekilde dizildiği, içerisinde adına anti terör birimleri denen uzman askeri bölüklerin olduğu ve kendisini de açıkça bir ordu olarak ifade eden QSD almıştır.
Komutanlıkları, bölükleri ve genel komutanlıkları olan QSD’nin düzenli bir orduya benzemediğini herhalde hiç kimse iddia etmeyecektir.
Yine Rojava tıpkı kendinden önceki her devrim gibi, devrimi yaşatmayı keyfi bir tercihe bırakmamış, bunun somut karşılığı olarak Özerk Yönetim Savunma Bürosu, halkın önüne “özsavunma görevi”ni icra etmeyi koymuştur.
Aynı şey polis kuvveti olarak konumlanan Rojava Asayişi için de geçerlidir. Yalnızca halkın sağduyusuna dayanarak her gün bombalar patlatmaya ve hayatı yaşanılmaz kılmaya hazırlanan bir düşmanla mücadele edebilmek ne yazık ki imkânsızdır.
Bu, asgari ölçüde istihbarat, uzmanlaşma ve tartışma gerektirmeyecek bir ast-üst ilişkisi gerektirmektedir. Hapishaneler, devrimin caydırıcı kurumlarından birisi olarak mevcuttur. Yalnızca politik düşmana karşı değil, adli suçlar olarak tanımlanabilecek cürümlerin sahiplerine karşı da sistematik operasyonlar gerçekleştirilmektedir.
Soralım: Rojava’da her yurttaşın bağlı olduğu ödev ve sorumluluklar yok mu? Mahkemeler, savcılar, infaz sistemi? Kimlik kontrolü yapan, yurttaşlık prosedürleri belirleyen yapılar? Peki bunların hepsi, devletin klasik tanımına uymuyor mu?
Bir Yönetim Aygıtı: Devlet olmayan devlet
Aynı şey yönetim mekanizmaları için de geçerlidir. Rojava, bütün iyi niyetiyle ve kendi teorisine bağlılıkla devrimi komünlere dayanarak inşa etmeye girişti. Ancak komünlerin, merkezi bir yönetsel aygıtın parçaları olarak düşünülmemesi bir dizi problemi de beraberinde getirdi. İlgili kişilerin yazılarındaki tartışmalara bakarsak komünler üretim ve yönetim işleri ile ilgilenmeyen bir yapıya dönüşmüş durumda.
Hal böyle olunca devrimin iktisadi-toplumsal ve sosyal zorunlulukları daha karmaşık, komplike ve profesyonel bir örgütlenmeyi zorunlu kıldı. İşte bugün karşımızda merkezi örgütlenmesi, meclisi, bakanlıkları ve eş başkanlarıyla Özerk Yönetim aygıtı duruyor. Bu aygıt, modern bir devletin üstlendiği bütün görevleri yerine getirmekte. Beş milyona yakın bir nüfusun ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamını böyle bir aygıt olmaksızın sürdürülebilir kılmanın ne yazık ki bilinen başka bir yolu yoktur. Rojava da bu yolda yürümektedir.
Elbette ki buradan çıkarılması gereken sonuç her devrimin çekirdeği olarak kabul edilebilecek komünlerin işlevsizleştirilmesinin kaçınılmaz olduğu değildir. Kaçınılmaz olan her devrimin karmaşık sorunlarını çözebilecek karmaşık bir örgütler toplamı yani devlettir.
Ancak Rojava sadece bu başlıklarda değil iktisadi hayatında da devleti andırmaktadır. Karşımızda, üretici güçleri iktidar olanakları ile geliştirmeye çalışan, meta üreten, pazar üzerinde denetim kurmaya çalışan, özerk yönetime bağlı üretim ve altyapıyı inşa eden, kurallar koyan ve merkezi bir iktisadi sistemi oturtmaya çalışan bir devrim gerçeği duruyor.
Rojava’nın Katkıları ve Tartışmayı Derinleştirmek
Buraya kadar Rojava’nın Marksist anlamdaki devlet tanımına benzeyen yanlarını belirttik. Ancak tartışmayı burada kesmek haksızlık olur. Çünkü Rojava, yenilgiye uğrayan bir sosyalist devrimler sürecinin derslerine sahip. Tüm zorunluluklarına rağmen devlet aygıtının ve bürokrasinin varlığını yaratıcı halk inisiyatifi ile dengeleyecek çözümler arıyor. Bu amaçla kantonlar biçiminde ve her yerelin özgünlüğüne göre örgütlenmeyi esas alıyor. Bütün olanaklarına rağmen bir yöneticiler eliti ve kastı yaratmaktan uzak duruyor, taban demokrasisini-halk meclislerini zayıflasa da diri ve canlı tutmanın yollarını arıyor. Ancak bütün bunlar mevcut yönetim ve askeri aygıtın devletsel görüntüsünü değiştirmiyor.
Öyleyse şunu bir kez daha söylemek mümkün. Her devrim, bir yıkım ve kuşatmanın içine doğar ve bu kuşatmanın zorunlulukları devrimin yapıcı kuvvetini devletsel önlemler almaya sevk eder. Henüz bunun bilinen başka bir yolu bulunmamıştır. Bu bahiste Marx ve Lenin devleti bir zorunluluk olarak tarif etmekte haklıdır.
Yoksa demokratik modernite paradigmasında yer alan kuramsal devlet karşıtlığı Marksizm-Leninizm’de de mevcut. Lakin bir olgu yok demekle ortadan kaybolmuyor. Doğru olan eşyayı adıyla çağırmaktır. Önemli olan devrimin kendi elleriyle yarattığı bu yönetim aygıtına teslim olmamaktır.
Bitirirken: Bir çelişkiyi hatırlatmak
Bir süredir Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu çerçevesinde önemli tartışmalar yürüyor. Ve görülüyor ki, Manifesto ile yeni bir çağın başladığını iddia edenler, devlet kavramına karşı bütün cephanelikleri ile yükleniyorlar.
Bu yazı, bahsi geçen Manifesto’daki devlet tartışmasının yöntem ve içerik olarak ciddi eksiklikler barındırdığına inanıyor. Ancak dikkat edilirse yazının geride kalan kısmında bu yönlü bir tartışmaya girişilmedi ve bitirirken de girişilmeyecek.
Buna karşılık, devlet kavramını politik-ontolojik ve ideolojik düzlemlerde reddedenlerin kendi iç tutarsızlıklarına dair bir noktayı belirtmek gerekli görülüyor. Devleti ve özellikle de ulus devleti bir çözüm aygıtı olarak dışlayan demokratik modernite paradigması, bu reddedişi her düzlemde tutarlı biçimde sürdürmekle yükümlüdür.
Eğer devlet, yapısal olarak tahakküm üreten ve çözüm üretme kapasitesine sahip olmayan bir aygıtsa, bu yaklaşımın sadece Kürt ulus-devlet fikrini değil, aynı zamanda mevcut Türk, Irak ve Suriye devletlerini de eşit derecede reddetmesi ve bu mekanizmaların parçalanmasını savunması gerekir.
Kategorik devlet reddiyesi onu demokratikleştirmeyi hedefleyerek kendisini zayıflatıyor. Hal böyle olunca yürütülen tartışmalar “devlet”in niteliğine ve karakterine ilişkin değil, yalnızca Kürtlerin ulus devlet kurma hakkına göre pozisyon alındığı izlenimini yaratıyor.
Son söze gelince… İmralı’da kaleme alınan Manifesto’nun devlet ve iktidar anlamındaki çözümlemelerine Marksizm sahasının içinde kalarak olur vermek elbette ki mümkündür. Ama tek bir şartla. Eğer Marksizmin, devrimsiz ve devrimciliksiz mümkün olabileceğini düşünüyor, Marksizmi politik iddialarından soyutluyorsanız pekâlâ iktidar ve devleti de reddedebilirsiniz.
Yok eğer Marksizm, ezilenleri kudretli hale getirmenin ve bir saniyeliğine bile olsa dünyayı ezilenlere vermenin arayışı ise bunun mevcut devlet aygıtını parçalamaktan ve iktidarı almaktan başka bir yolu yoktur. Elbette gücümüz buna yetmeyebilir, ara yollarda uzlaşmak durumunda da kalabiliriz. Ancak öyle bile olsa, tersini vazetmemeliyiz.