Leviathan Gözetiminde Tarih, Teori ve Politika

Thomas Hobbes,1651’de yayınlanan yapıtında, kutsal kitaplarda geçen bir canavarı, mutlak güç ve yetkilere sahip bir devleti ifade etmek üzere kullanır: “Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu, devlet ya da Latince civitas olarak adlandırılır. Bu, büyük Leviathan’ın doğması demektir.”
*
Abdullah Öcalan, devletin izin vermediği tek bir ses ulaştıramıyor İmralı Adasından. Öcalan’a ulaşmak için devletin verdiği izinle kapılar açılıyor, masalar kuruluyor, konuşmalar yapılıyor. Böyle bir ortamda çeyrek yüzyıldır yaşayan Öcalan, devletin kendisi açısından önemsiz bir varlık olduğunu söyleyebiliyor, kendine kulak verenleri buna ikna edebiliyor. Bu çıplak ve ağır gerçeğe karşın, bir tutsağın bu kudretine ‘helal olsun!’ demek düşer bize.
Öcalan, yanlış görüşlerle bir gerçek yaratıyor. Bizim doğru görüşlerle gerçek yaratamadığımız koşullarda, yanlıştır doğru olan.
Öcalan, tutulduğu ada hapishanesinden, içinde bulunduğu gerçeğe tırnağını geçireceği küçücük de olsa bir çentik bulmayı önceliyor. Çentiği oluşturmak için, her ölümlüye nasip olmayacak cesametteki bütün varını yoğunu ortaya koyuyor. Teoriler oluşturuyor, tarih tezleri inşa ediyor, politika anlayışları geliştiriyor, taktikler uyguluyor; 76 yaşına kadar biriktirdiği ne varsa bu çentiğe doğru akıtmaya çabalıyor olağanüstü olduğu kesin bir enerjiyle. Bu yolda hiçbir şeyi sakınmıyor. Tek güvencesi kendi varlığı. Onun anlayışının; çentiğe bir kez tırnağının ucunu geçirmeyegörsün, gerisini getireceğine ilişkin güven, inanç, kudret olduğunu söyleyebiliriz.
Aşağıdaki satırlarda Öcalan’ın bu yoldaki pratik yordamını değerlendirmeyeceğiz, ama teorik gerekçelerini eleştireceğiz.
Öcalan’ı ne kadar çok takdir ediyorsak, onu kendi bildiğimizce o kadar acımasızca eleştirmeliyiz.
Yanı başımızdaki büyük bir devrimci hareketle ilişkilenmenin tek devrimci yolu açık ve içten olmaktır.
Eleştiride Öcalan’ın, 9 Mayıs 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu adlı 160 sayfalık metni esas alınmakta ve bütün aktarmalar bu yapıttan yapılmaktadır.
Tarihin Geriye Çekişi: Devlete yenilgi
Öcalan’ın, belirtileri daha önce görülen ama 1999’da İmralı’ya getirildikten sonra geliştirdiği yeni paradigmasının temelini gerçek bir yenilgi oluşturuyor. Devletin karşısına çıkarak yenildiğini gördü; ve o bu kez büyük bir maharetle, devleti karşısına almadan, onun yanından yöresinden dolanarak güvenceli bir varlık inşa etmenin yolunu aramaya koyuldu.
Öcalan, sıkılı yumrukları havada ölebilir ya da İmralı hapishanesinde dünyanın unuttuğu bir mahkûm olarak ömrünü tamamlayabilirdi. Bunlar, devletin karşısında olduğu döneme özgü kavram ve kategoriler, anlamlar ve simgelere ilişkindi. Fakat o, hareketini ve kendine bağlı milyonları büyük bir şok dalgasına maruz bırakmayı göze alarak, gerçeği yeni tarz edinmenin yoluna girmeyi başardı. Öcalan yenilgiyi kabul etti. Devlet yenilgiye uğratılamaz; devlet ele geçirilemez. O halde varlık için başka bir gerekçe, alt etmek için başka bir düşman ve ulaşmak başka bir hedef saptanmalıdır.
Hareketinin pratik olarak bu gerçeği nasıl edindiğini, pratik seyrin ne olduğunu ele almayacağız. Buradaki ilgimiz Öcalan’ın bu yeni tarzının açıklandığı, gerekçelendirildiği teorik karşılıklara olacak. Manifesto’da görüldüğü üzere, Öcalan, çeyrek yüzyıl boyunca, girdiği eğik düzlemde ilerlemeyi sürdürüyor.
Öte yandan onun, yeni koşullarda var olma gerekçesi bulmak için çok büyük bir arama çabası içine girmesi gerekmiyordu. Ezilenin devlet iddiasından vazgeçmesi için tarih ve günde istemediği kadar teorik ve sair malzeme doluydu ortalık.
Sovyetler Birliği’nin başını çektiği bir dalgayla 20. yüzyılı kasıp kavurmuş sosyalizm deneyimleri, bütün iddialarıyla birlikte çökmüştü. (Kalan ülkeler kendilerini unutturmak için pısmıştı.) Bu ortamdan istifade eden ve geçmiş dönemde sesi pek duyulmaz olan bilumum devlet dışı özgürlük yolu arayıcısı küreselleşme borazanına eşlik ediyordu. Dünyanın tek süper devleti olma havasına girmiş ABD’nin varlığında yaşanan yalancı ya da gerçek özgürlük dalgasının başlıca teması devletlerin kötülüğüydü. Bu ortamdan yararlanan Öcalan, daha birkaç yıl önce “milenyum”da küçük de olsa özgür bir vatan toprağının olacağı müjdesini vermişken, artık kendilerine altın tepsiyle sunulsa bile devleti istemeyeceğini ilan ediyordu. Artık o, devlete fiilen karşı olmayan, ama iddiasına göre, özünde karşı bir varlığın inşa edilebileceğini savunuyordu. Bu, devlet gerçekliğinde nasıl olacaktı?
*
“Sınırsız gücü ifade eder devlet” diyen Öcalan, bir başka bağlamda daha belirgin ifadelerle devletin bir “güç tekeli” olduğunu belirtiyor.
Öcalan, devletin sınırsız gücünden, güç tekeli oluşundan rastgele söz etmiyor. Gücün ne olduğunu, önemini gayet iyi bildiğini, idrak ettiğini gösteren ifadeler kullanıyor. Örneğin, kadınlar nezdinde özgürlükten bahsederken, bu özgürlüğün ancak güç varsa yaşanabileceğini vurguluyor. “Nasıl istiyorsanız öyle yaşayın dedim. Eğer gücünüz varsa tabii.” Dişe dokunur herhangi bir güç yoğunlaşmasının devlet ile çatışmayacağını ya da devletin hışmını çekmeyeceğini mi öngörüyor Öcalan? Güç isen artık devlet bağlamındasın, devlet sorunsalındasın demek değil midir? Ya devlete tabi ya da devlete karşı bir güç. Güç silsilesinin tarihsel ve mantıksal tamamının devletten başka bir şey olmadığını bilen Öcalan, çelişkili mi konuşuyor? Devletin bir toplumdaki güç tekeli olduğunu söyleyen Öcalan, bir örgütün güç niteliğiyle ancak devlete rağmen var olabileceğini bilmiyor mu? Bilmez olur mu? Nitekim Öcalan, kendi varlığının devleti güçlendireceğini söylüyor.
Ancak biz yineleyeceğiz. Öcalan iki yol ile karşı karşıyadır. Ya bir güç olarak devlete karşı bir güçten söz ediyordur ve bu yolda devletin karşısına çıkılması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bütün teorisi geçersiz olmaktadır. Ya da Öcalan, açıkça, devletin varlığını güçlendiren, politik gücü pekiştiren bir varlıkla yetinmeyi önermektedir. Ama bu da Öcalan’ın teorisinin geçersizliği anlamına gelmemekte midir?
*
Bütün bunlara karşın, Öcalan’ın devlete ilişkin yaklaşımı yine de içinde yaşadığımız çağa özgü bir farklılık taşıyamaz mı? Devletler, bir dönemin güç yoğunlaşması yaşayan dev örgütleri olmaktan uzaklaşan bir seyir içinde olamaz mı?
Tarihsel gerçek bu soruya tamamen olumsuz yanıt vermektedir. Devletler ortaya çıkışlarından bu yana, ortaya çıkış gerekçelerini zayıflatan değil aksine güçlendiren bir gelişme yaşayan örgütler oldu. Üretici güçler geliştikçe, teknik olanaklar arttıkça, toplumsal yapının karmaşıklığı ve çelişkileri derinleştikçe, başka devletlerle rekabet sürdükçe devlet aygıtları giderek güçlenmektedir. Güçlenmesine bağlı olarak istikrar kazanan devletin toplumuna birtakım elbette kesinlikle kontrollü alanlar açması, onun gerilemesine değil aksine güçlenmesine işarettir.
Bu kesif manzaradan sadece bir umutsuzluk mu çıkar ve Öcalan’ın arayışı aslında tek gerçekçi yolu mu göstermektedir? Öcalan, toplumsal varlığı belirleyen iki güç olan üretim ve devletle onları dönüştürücü ilgiyi iptal ederek gerçekte asıl yapısal umutsuzluğu körüklüyor. Toplumsal varlığın bu iki güç tarafından adeta bir hamur gibi şekillendirildiği, düzenlendiği ve örgütlendirildiğiyle ilgilenmiyor ve tam tersinin geçerli olduğunu ileri sürüyor. Üstelik bu iddiasında, sandığının aksine Öcalan’ın, toplumsal varlığın bizatihi kendisi tarafından belirlendiği konusunda çoğu Marksist ile aynı düşünsel havzada olduğundan hiç kuşku yok.
Devleti sınırsız bir güç olarak görmekle devletsiz bir varlık oluşturmanın olanağını varsaymak arasında salınıp duran Öcalan’ın çelişkisi, Kürtlerin tarihteki yerini ele alırken de görülüyor. “Özgün bir Kürt tarihi olamadı” diyor Öcalan, devletsiz halkları tarihsiz halklar olarak niteleyen Hegel’i çağrıştırarak. Bir tür örgüt hem de en güçlü örgüt olduğunu söylediği devleti lanetliyor ama “Örgütlenmenin, varlığı mümkün kıldığı ortada. Kürt denilen bir şeyin var olması için, örgütlü olması gerekiyor” derken aklına devletin gelip gelmediği sorgulama konusudur. Çünkü örgüt kavramını izlediğinizde, ve bu kavramı bir topluma ve elbette toplumun ülkesine uzattığınızda karşınıza çıkacak tek varlık devlettir.
Devletlerin güçlenen varlıklarına karşı umut yine bizatihi devletlerin doğasıdır. Bu örgütler, tanımları gereği varoluş krizlerinden kurtulamayacak ve devrimci ezilenler kendi devlet inisiyatiflerini bu kriz aralarında yakalayacakları olanaklarla geliştireceklerdir.
Bu yolu kendine yasaklayan Öcalan, devlet gerçekliği karşısında onmaz bir ikilem yaşıyor. Bir yandan onun azametini görüyor; devlet yenemeyeceğin bir devdir, o halde istikbalini onun varlığında arayacaksın. Zaten bu gerçeği kabul etmeyen zavallı Filistinlilerin hali görülmüyor mudur? Manifesto’sunda birkaç kez Gazzelileri, yıkıma götüren kötü mücadelenin örneği olarak veriyor. Öte yandan Öcalan, sahipleneceği tarihin devlete karşı mücadele tarihi olduğunu ileri sürüyor. Böyle olunca, bir yandan devletsiz bir uygarlık tarihi inşa etmeye yöneliyor, öte yandan devletle birlikte bir uygarlık oluşturmayı hedefliyor. Bunun tutarsız ve çelişkili olduğu açık. Bu, bir bakıma Öcalan’ın gerçeğidir ve Öcalan bu çelişik gerçeği teorileştirmeye girişiyor.
Öcalan, devletin elinde oluşunu, devletin elindeyken var oluşunu, teorik bir hakikat haline getirmeye yöneliyor ve bir tarih inşa ediyor. Bu yüzden Öcalan eline alıyor baltayı ve bütün geçmiş tarihi vahşi budamadan geçiriyor. Ezilenlerin elinde devlet varsa lanetlensin, ezenlerin elindeki devletle saygı ile korku karışımı bir tutumla ilişkilenilsin. Öcalan, en soyut meseleleri ele alırken dahi büyük bir somut dikkatle devletin alacağı mesajı da hesaba katıyor. Öcalan’ın teorisinin her boyutu ve her zerresi, sadece kendi Hareketine bir yol yordam değil, kendi devletine verilmiş bir dilekçedir.
Bunun başlıca bir örneğini, Öcalan’ın hareketinin ilk döneminin ideolojik varlık gerekçesi saydığı “reel sosyalizm”i değerlendirmesinde görüyoruz. Öcalan, sosyalizm deneyimlerini dayandıkları teoriyle birlikte tarihin karşı tarafına atmaya girişiyor.
Büyük Geri Çekiliş: “Reel sosyalizm”in ve devrimin reddi
Yenilgi koşullarında ve eski tarz hedefin başarısına umudun kalmadığı bir evrede, Öcalan’a yeni bir devlet anlayışı geliştirmesi için bir yandan tarihsel bir tutamağı, öte yandan bu tarihsel tutamağı teorik olarak gerekçelendirmesine büyük olanak sunan temel bir hususu, “reel sosyalizm” diye anılan sosyalizm deneyimlerinin Sovyetler Birliği nezdinde 1991’deki çöküşü oluşturmaktadır. Öcalan bu tarihsel akıbet karşısında kendi devlet ve mücadele anlayışının meşruluğunu bulmaktadır.
Bu, fazlasıyla kolaycı bir yordam oluyor. Öcalan, çökmesiyle yanlışlığının kanıtlanmış sayıldığı bir tarihsel yolu eleştirirken zihnine hiç sınırlama getirmiyor ve hoyrat davranıyor. Bize göre bunların en rahatsız edici olanı, Stalin’i Hitler’le koşutlayan soğuk savaş liberalizminin argümanlarıyla kurduğu temastır. Bunu Manifesto’da birçok kez yapıyor Öcalan. Stalin’i, düşman argümanlarıyla olmamak kaydıyla, her şekilde eleştirebiliriz ama liberalizmin alanından yapılan Stalin ithamlarıyla hiçbir şekilde içsel bir ilişkiye girilemez. Öcalan’ı bu konudaki tutumundan dolayı açık ve net bir şekilde kınıyoruz.
“Reel sosyalizm”i devlete ilişkin kendi yaklaşımından eleştirmeye adeta doymuyor Öcalan. Bunun büyük tarihsel geri çekiliş olmak yanında ağır bir haksızlık olduğunu söyleyeceğiz. Oradaki yanlışlık kendi doğrusu, oradaki başarısızlık kendi başarısının güvencesi için kendine, hareketine büyük bir telkin işlevi görecek, muhatabı devlete de büyük ikna işlevi sağlayacaktır. Öcalan, sosyalizm deneyimlerinin çöküşünden aldığı pratik güçle, bu yola girmeye tövbe etmenin, bu yolun yanlışlığına iman etmenin şevkini buluyor.
Taşıyıcı eşek!
Öcalan, sosyalizm deneyimlerinin kapitalist modernitenin “taşıyıcı eşeği”, “yemi” haline geldiğini söylüyor. Sovyetler ve Çin örneklerini veriyor. Sovyetler’in en sonunda kapitalizme yem haline gelmek için havlu attığı doğrudur. Ama bu ülkenin 1917’den 1991’e kadar ne kadar ağır sorunlar taşırsa taşısın, kapitalizmin taşıyıcılığını yaptığı söylenemez. Sovyet sosyalizmi bir yandan kapitalist pazardan koptu ve öte yandan büyük toplumsal kazanımlar gerçekleştirdi. Üstelik kapitalizmin vahşiliğinden toplumunu, üretici güçleri yeterince geliştirememesi pahasına yani bir başka ifadeyle kapitalizmin taşıyıcı eşeği olmadığı için kurtarabildi. Sovyetler Birliği, kapitalizmi taşıdığı değil tam tersine taşımadığı için bu üretim tarzıyla yarışamadı. Sovyetler Birliği’nin üretici güçleri istendiği gibi geliştiremediği gerçektir ama Sovyet toplumunun kapitalist ülkelerin toplumlarının yaşadığı günlük vahşetten ne kadar uzak olduğu, 1990’ların liberal hezeyanlarının durulmasıyla kesin olarak görülmektedir. Bu ülkelerin devletin rolü, durgunluk, bürokrasi dışında yoksullukta eşitlik gibi ağır sorunları olduğu reddedilemez, ama Öcalan’ın derdi bunlar değil. Dolayısıyla Öcalan, birçok bakımdan ağır eleştirilerin konusu olacak Sovyetler Birliği’ne ağır haksızlık ediyor. Öcalan, Sovyetler Birliği’nin kapitalizmle aynı üretim araçlarını kullanarak “modernleştiği”nden söz ediyorsa, bu bir gerçektir ama o zaman Öcalan’dan bize başka bir üretim aracı tipi göstermesini isteme hakkına sahibiz. Elbette yok böyle bir şey.
Buna karşılık, Çin’in, Mao zamanında elbette kesinlikle değil ama 1978’den yani Deng reformlarından sonra kapitalizmin taşıyıcı eşekliğini yaptığı açık bir gerçektir. Fakat bu süreç de hiçbir şekilde Öcalan’ın değerlendirdiği gibi gitmemektedir. Çinliler, Öcalan’ın sözleriyle “enteresan insanlar” olarak, bugün kapitalizmin anavatanına adeta taşıyıcı eşeklik dayatıyor. Armudun sapına üzümün çöpüne takılıp kalmayan ve dünyayı ana bölümleriyle kavrayan bir bakış için bu kadarcık yer değiştirmenin bile ilginç sayılmasını isteme hakkımız olsun. Çin’in kapitalizme hizmet ettiği ve bunun bir yönüyle halen sürdüğü bir gerçektir ama böylece Öcalan, Çin’in kendisinin de ikna olduğunu anladığımız kapitalizme biçilen 50 yılı uzattığı vehmine karşın, bugün nasıl ve hangi dinamikle ABD ile ölümüne sonuçlanabilecek bir hegemonya mücadelesine girdiğini ufkuna almamış görünüyor. Çin, kapitalizmi kendi silahıyla vurmuştur ve bugün açık piyasa ekonomisini değil dudak bükerek ve küçümseyerek sosyalist ülkelere atfettikleri “demir perde”yi başta ABD olmak üzere Batı dünyası inşa ediyor. Öcalan, bu ilginç olduğu kesin tarihle neden ilgilenmiyor! Öcalan’a göre Stalin’inki “devlet kapitalizmi”yken, Deng’inki bir “kapitalist devlet”tir. Bu “sofistike” ayrımlarla uğraşacağına büyük yürüyüşe odaklanması beklenir bir sosyalist düşünürden.
Sovyetler Birliği, iyi organize edemediği devletine eşlik edecek şekilde, üretici güçleri geliştiremediği yani toplumunu zenginleştiremediği için çöktü. Çin, gücü elden bırakmayan bir devletle üretici güçleri, kapitalizmi de geliştirmek pahasına, hızla geliştirebildiği için çökmedi. Sovyetler Birliği’ni kapitalizmin taşıyıcı eşeği saymak açık bir maddi yanlıştır, buna karşılık, Çin’in bir köprüden geçmek için kapitalizme taşıyıcı eşeklik yapmasını yapısal bir sorun olarak değerlendirmek de tarihsellik karşısında dar-görüşlülüktür.
Dağıtılan sovyetler
Öcalan, Marx ve Lenin’e karşı Bakunin ve Kropotkin’i savunuyor. Lenin Kropotkin’in öğüdünü dinleyip sovyetleri dağıtmamalıymış! Oysa sovyetlerin bir örgüt olarak ortaya çıkması nasıl Lenin’in iradesiyle olmadıysa, tarihten yavaş yavaş silinmesi de Lenin’in kararıyla olmadı.
Devlete ad olarak “Sovyet”i süs olsun diye koymadı Bolşevikler. Marx ve Lenin, adı geçen iki anarşist düşünürün tamamen ütopik yaklaşımlarına karşı bizce bir tutamak olarak gerçekçi ama ütopyadan yine de tamamen arınmayan bir yaklaşıma sahipti. Marx-Engels ve Lenin, sosyalist devletin basit bir devlet olacağını, çok kısa sürede (en çok birkaç onyıla kadar bir sürede) söneceğini sandılar. O yüzden Lenin, bir aşçı kadının bile devleti yönetebileceğini yazıyordu Ekim Devriminden bir-iki ay önce.
“Reel sosyalizm”in komünleri esas almadığı ve devletleşmeye yöneldiği için çöktüğü Öcalan’ın sol liberalizmle paylaştığı fantezidir. Olanaksız bir önermeyi ileri sürüyor ve önermenin gerçekleşmediğini görünce, haklılıklarını kanıtlıyorlar. Sovyetler üzerinden giden bir sosyalizm deneyimleri eleştirisinin gerçek menzili devlet değil devrimdir. Tarihi gerçek ilişki ve olanaklar üzerinden ele alan bir yaklaşım tarzını izleyenler için ya devrim ve devlet vardır ya da ikisi de yoktur; bu tarihte sovyet ya da komünün süreklilik ve kudret arz eden varlıklar olmadığını göreceğiz.
Lenin, hiç de devlet meraklısı değildi, bu büyük devrimcinin devlet üzerine yazdığı kitap, isabetli olarak anarşizmle ilişkili kabul edilir. Fakat Lenin, iktidarı aldıkları aydan itibaren öyle zorunluluklarla karşı karşıya kaldı ki, devleti güçlendirmeye başladı. Max Weber, daha yılı dolmayan Bolşevik iktidarını horlayarak kınıyordu, devlet iktidarını ihya ettiler diye. Devlet ve başka konularda Lenin’den ayırarak Stalin’e ilişkin yapılan değerlendirmelerin ise, ikincil olanlar dışında, yapısal hiçbir karşılığı yoktur.
Lenin’den Mao’ya Marksistler bize hakiki eleştiri konusu teşkil edebilecek zengin derslerle dolu bir tarih bıraktılar. Öcalan’ın haklı gördüğü Bakunin ile Kropotkin’in başlıca meziyeti tarihsel olarak eleştirilecek aşamaya hiçbir zaman gelmemeleridir.
Bütün bunlara karşılık, bir an Kropotkin’in dediğinin gerçek olduğunu varsaysaydık ne olurdu? Merkezi bir Kızıl Ordu, merkezi bir bütçe kazanı olmasaydı ne olurdu? Her bir fabrikanın, köy ve kasabanın tek tek sovyetlerinden ibaret olsaydı uçsuz bucaksız Rusya toprakları. Büyük Sovyet, sovyet temsilcileri sovyeti denmesin; bunlar açıkça birer temsili organdı ve sovyet ile bağı ancak dolaylıydı. Nitekim daha Ekim Devrimiyle iktidar zaptedilmeden sovyetlerde dolaylı örgütlenmeler başlamıştı. Kropotkin’in dediği olsaydı, Bolşevik iktidar bırakın iç savaşın ortasını, başını bile yürütemez ve bize Rosa Luxemburg’un akıbetine benzer bir tarihi okumak kalırdı. Bu açık gerçekler karşısında, Öcalan türü yaklaşımın tutarlı önermesi, devrim gibi komünleri ortadan kaldıracak bir maceraya hiç kalkışılmaması olmak durumundadır.
Böylece Öcalan, sosyalizm deneyimlerinde “güme giden demokrasi”ye yanarken ve tutarlı olacaksa 1918-19’dan ileri tek adım atmazken, biz, iktidarı fethetmeye cüret eden, devrimi boğmaya çalışan onlarca ülkenin yardımını alan düşmanları ezmeyi başaran, sosyalist inşaya büyük bir cesaret ve başarıyla yönelen, vatan savunmasını büyük bedellere karşın başarıyla yerine getiren, kapitalizmin üretici güçlerini geçmeyi hedef olarak önüne koymuş bir Marksist partinin bu tarihi daha ileriye götürememesine, sorunlarla Marksistçe uğraşmayı başaramamasına yanıyoruz.
Öcalan, Ekim Devrimiyle başlayan sosyalizm deneyimlerinin insan toplumları tarihindeki çok büyük önemini bir yana bırakıyor. Gözelerinden fışkıran pınarlar gibi komünlerin olmadığı bir deneyimi sosyalizmden saymaya yanaşmayan Öcalan, devrim denilen deneyimi yaşamayı da bir yana bırakıyor. Büyük bir mücadeleyi üstlenmesine karşın Öcalan, henüz kendi menziline hiçbir kurumsallık katmamışken, tarihi üstlenmeye cüret etmekte örnek olduğu kesin olan büyük deneyimi bir kalemde harcıyor. Ne uğruna?
Sosyalizm deneyimleri ezilenlerin binlerce yıllık mücadele tarihinin zirvesidir ve Öcalan, Hareketine biçtiği bizce gayet mütevazı istikbal için, bu emsalsiz tarihi, bütünleşmeyi öngördüğü devletlerin ayaklarının altına atıyor.
*
Marx, Paris Komününü devlet olmaktan, devlet gibi davranmaktan korktuğu için eleştirmişti; ona göre çağdaş tarihteki bu ilk deneyimin başarısızlığının başlıca nedenlerinden biri buydu. Sosyalizm deneyimlerini eleştirmenin bizim için başlıca bir halkası budur. Öcalan’dan tamamen farklı bir safta olduğumuz gayet açık. Ancak, Öcalan’ın bulunduğu safın sadece Marksizm eleştiricilerinden ve liberteryenlerden oluştuğu sanılmamalıdır. Marksizmi şu son kötü onyıllarda savunanlar içinde bile, sosyalizm deneyimlerini iktidar mücadelesine fazla daldığı ve toplumsal alanı (Öcalan’ın kulakları çınlasın!) ihmal ettiği için eleştirenler oldu. Bunların yaklaşımlarının temelinde, geri toplumlarda sosyalist iktidarın mümkün olmadığına ilişkin eski görüş yatıyordu. Marksizmin ana akımının hâlâ paylaştığı yaklaşıma göre, kapitalizm-öncesi toplumlarda ezilenlerin iktidar olması olanaksızdı ve rastlantıyla ele geçirilen iktidarların da berbat şekilde kaybedilmesi mukadderdi. Çünkü üretici güçler henüz ezilenlerin iktidar olmasına olanak verecek ölçüde gelişmemişti. Marksizm genel olarak, kapitalizmden önce ezilenlerin devlet olamayacağını savunuyordu. Dolayısıyla ezilenlere, iktidar olmaya çalışmamaları, iktidar olma yeteneğine sahip olanları desteklemesi salık veriliyordu.
Ancak tarihsel gerçekler bize bunun aksini gösterdi. Hem çağdaş sosyalizm deneyimlerinin tamamı kapitalizmin az geliştiği ülkelerde tarihe kaydoldu hem de kapitalizm-öncesi tarihte ezilenlerin kısa ya da uzun iktidar deneyimleri yaşandığını gördük. Bu, tarihin ezilenler bakımından başka bir yazımının gereği anlamına geliyordu. Artık, tarihi ezilenlerin iktidara ulaşamayan umutsuz ama onurlu ayaklanmaları üzerinden ele almaktan başka edinimlerimiz vardı. Bütün bu tarihte kavrayacağımız halka devlet olmaktı. Ezilenler, ekonomiye ve toplumsallığa rağmen iktidar olabilirlerdi ama bu, işin sadece kategorik başlangıcıydı. Yani ezilenler tarihe ancak devlet olarak dahil olabilirlerdi. Babek’in, Karmatilerin, Şattül Arap’taki siyah kölelerin, Nizari İsmaililerin ve dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkarılacak birçok deneyimin sosyalizmin iktidar tarihine katılması gibi bir olanağımız varken, Öcalan bize, bütün bu tarihi bir yana bırakmayı ve kapitalizm-öncesinde ve gerçekte aynı anlamda bugün geri ülkelerde iktidarın erken olduğunu söyleyen Marksistler ve bilumum liberteryenle birlikte toplumsal alanda oyalanmayı salık veriyor.
Marksizmin, ezilenlerin tarihinde ilk kez bu ölçüde kararlı bir şekilde iktidara yürümesi, iktidarı zaptetmesi ve onyıllar boyu iktidar pratikleri içinde olması dünya tarihinde görülmemiş ölçekteydi. Dünya tarihinde ancak arkeolojik kazılarla saptanabilecek başarılı iktidar pratikleri, sayısız denmesinin hiç de abartı olmadığı büyük mücadeleler ve iktidar olamadan yenilgiler tarihi yanında çarpıcı şekilde azdır. Ama bize göre, ezilenlerin tarihinin tutamak noktaları iktidar deneyimlerinden başkası değildir. Mücadele ve isyan değerlidir ama iktidardaki tek bir günün değeri hiçbir şeyle kıyaslanamaz.
Karmatilerin ve Şattül Arap bataklıklarının ezilen devletleri tarihimizin zafer zirveleridir, ama bu zaferi koruyamamaları eleştiri menzilimizdedir. Paris Komününün 70 günü ile Sovyetler Birliği’nin 70 yılı muzaffer zamanlarımızdır ama yeterince güçlü olamayıp yıkıldıkları için eleştiri menzilimizdedir. Bu deneyimlerle ezilenler bir toplumu her yönüyle üstlenme sorumluluğu aldılar. Eksiği gediğiyle bu tarihi, ezilenlerin teorik ve politik akımları içinde üstlenme kapasitesini bir tek Marksizm göstermiştir.
Marksizm, ezilenlerin binlerce yıllık dünya tarihinde onlara dünyanın üçte birini üstlenme sorumluluğu vermesiyle kıyaslanamaz ölçekte güçlü bir yapıdır. Dünya tarihinin tam bir yüzyılını boydan boya kat eden bir deneyimi üstlenen Marksizmden geriye gidiş, tarihin sorumluluğunu almaktan imtina edişten başka bir şey değildir. Öcalan bu akıma kapılmıştır.
Ancak her şeye karşın, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte yüzyıla egemen olmuş sosyalizm anlayışının çözüldüğü ortamda gerçek bir hareketin gerçek bir yenilgisini yaşayan ve bu yenilgiyi hareketinin yeni bir silkinişine vesile kılmaya can havliyle çabalayan Öcalan’ın yaptığının meşruiyetini görmek durumundayız. Böyle bir zamanda yalancı yenilgiler yaşayanlar allak bullak olurken, gerçek bir savaştan sonra gerçek bir yenilgi yaşayan Öcalan mı suçlanacaktı. Hayır; kendine masa başında ve kâğıt üzerinde bile masallar uyduran Marksistler kalabalığı varken, kanı ve canıyla dişe diş bir mücadeleden geçen Öcalan’ın kendine açıklamalar, gerekçeler bulmak için canhıraş bir yönelime girmesinin meşruiyetine kimsenin bir şey demeye hakkı yoktu. Öte yandan, sosyalizm deneyimlerinin tarihsel ve teorik enkazı üzerinde zevkle tepinen bu eleştiri sahipleri, tarihte tutamak olarak ortaya koyacakları tek bir şey yokken, yokluğun zenginliğiyle yani hiçbir sınanmaya, hiçbir gerçek yenilgiye tabi tutulmamanın özgürlüğüyle şımarıkça dolaştılar ortalarda.
Yine de, tarihsel koşulları ve gerekçeleri ne olursa olsun teorik yaklaşım teoriktir ve hiçbir gerekçe ya da mazeret, sosyalizm deneyimlerine Öcalan tarafından yöneltilen eleştirileri Marksistçe karşılamaya engel olmamalıdır.
Öcalan sadece devletli sosyalizm deneyimlerini reddetmiyor. O, bu reddin zorunlu gereği olarak, devrimi de reddediyor. Devrim ve devlet, Öcalan’ın politik erim ufkunun dışına atılmış bulunuyor. Devrimi başkaları yapacak, devleti başkaları kuracak ve Öcalan’a uyan komünalistlere de devletlinin gösterdiği alanda komünler topluluğu inşa etmek düşecek. Ne güzel bir iş bölümü! Ne akıllı sosyalistler!
Silahsız sosyalizm
Öcalan, devlet meselesiyle göbekten bağlı bir öğeye ilişkin, herhangi bir tarihsel ve politik ihtiyattan çarpıcı şekilde yoksunlukla konuşuyor ve silahların gölgesinde sosyalizm olamayacağını büyük bir güvenle söylüyor. Bu sözü eden Öcalan, öte yandan, iki birbiriyle çelişik ve aynı anlamda tutarsız önermeyle, komünalitenin devletin hem de başkasının devletinin gölgesinde inşa edilebileceğini söylerken, aynı zamanda “öz savunma”nın tayin edici önemini döne döne ve fırsat bulduğu her momentte vurguluyor.
“Silahların gölgesinde sosyalizm olmaz” diyor Öcalan ve Mao’nun “iktidar namlunun ucundadır” sözünü reddediyor. Bundan rahatlıkla, Öcalan’ın iç savaşla kazanılan Ekim ve Çin devrimlerini benimsemediğini çıkarabiliriz. İnsan bir an, devletlerin kahredici silahlarının imha edildiği bir dünyada yaşadığını sanıyor Öcalan’ın. Fakat bunun ancak bir düş olabileceğini gerçekçiliğiyle maruf Öcalan’ın kabul edeceğini sanıyoruz. O halde, Öcalan aslında böyle diyerek bir başka şey demiş oluyor!
Öcalan’ın devrimlerden sonra iktidarların tarzını eleştiren bir yaklaşım geliştirdiğini varsayarsak, birtakım sorularla ilerleyebiliriz. Öcalan’ın Lenin’e iç savaşta silahlanma hoşgörüsü tanıdığı varsayımıyla başlayalım. Peki savaş sona erdikten, düşmanlar ezildikten sonra ne yapsaydı Lenin? Orduyu terhis mi etseydi? O koca ülkenin sınırlarını bir an boş bıraksa sırtlan ve çakalların bir kez daha girmeyeceğinden emin mi olsaydı? Sonraki on yılda Naziler dişlerine tırnaklarına kadar silahlanırken, Öcalan’ın hiç hazzetmediği Stalin, Hitler’in panzer ve tanklarına karşı tek tek köy ve kasaba sovyetlerini (yani komünlerini) büyük emir komuta hiyerarşisi gerekmeyen demokratik küçük partizan müfrezelerinin mızrak ve mancınıklarına, sulu hendeklerine mi emanet etseydi şu kadar milyon kilometre karelik SSCB’yi. Tank gibi silahların yapılması için büyük ekonominin ve büyük örgütün gerektiği, Öcalan’ın pek sevdiği doğrudan demokrasinin işlemeyeceği bir toplumsal kurumsallığın zorunlu olduğu açık değil midir?
Dünyanın en kalabalık ülkesinin iktidar koltuğunda semirmek varken bütün dünyada sosyalizmin zaferi için ABD’yi büyük bedelleri göze alarak bir atom savaşına çekmeyi düşünebilen Mao’nun Öcalan’a ne kadar uzak olduğunu göz önüne getiriyoruz. (Biz yine de, çoğu Marksistin deli kabul ettiği Mao’nun cüretinin, bir başka “deli” olan Öcalan tarafından takdir edilebileceğini sezinliyoruz.)
Ve en sonunda, bütün eleştirilerimize ve reddiyemize karşın 1991 sonuna kadar ‘tarihsel olarak sosyalist’ kabul ettiğimiz Sovyetler Birliği, silahlı olduğu için değil tam aksine silahsız kaldığı için çökmedi mi? Ne demek istiyoruz?
ABD’nin ‘yıldız savaşları’ restine Sovyetler teslim bayrağını çekerek karşılık verdi. ABD yıldız savaşları projesiyle Sovyetler’in ne ekonomik ne de teknolojik olarak karşılayabileceği bir silah donanımıma sahip olacaktı çünkü. Sovyetler’in elinde silah yok muydu? Bugünkü Rusya hâlâ Sovyet silah endüstri ve envanteriyle idare ediyor. Fakat ABD’nin resti karşısında Sovyetler artık savunmasız kalacağını gördü. Zira Köroğlu’nun deyişinde olduğu gibi delikli demir çıkınca taşı delen mızrak temreni yok hükmündedir.
Bütün bu öyküden ne çıkıyor o halde? Sosyalizm yolu başarıyla ancak güçlü bir ekonomi, güçlü bir devlet, düşmanlara karşı etkili bir silahlanma ve −bir başka belirleyiciyi ekleyelim− yığınları kavrayabilecek ideo-politik donanıma sahip güçlü bir önderlik aygıtı ile kat edilebilir. Bu, bir ülkedeki tam-gerçeklik demektir yani ülkenin taşı toprağından başlayarak her şeyini üstlenmek… Çok zor olduğu, muhalefet yaparak iktidarı eleştirmenin hem parlak hem de çok daha kolay olduğu pek açık. Bu tarihsel gerçek karşısında Öcalan, sınırlı ve sorumsuz bir komün ile yetinmeyi salık veriyor.
Silahsız ve devletsiz, sorumsuz ve sınırlı bir sosyalizm anlayışı geliştirmeye yönelen Öcalan, yine de tırnağını geçirebileceği bir çentik yaratmayı öngören dış etmeni devreye sokmayı umut ya da umutsuzlukla denemekten hiç geri durmuyor. Öcalan, bunu “öz savunma”da bulmaktadır. Öz savunma kavramının Öcalan’ın baştan başa devletle müzakere/mücadele boyutu da olan teorisinde gerek duyduğunda minder dışına çıkmayı meşrulaştırmak için elde bulundurduğu bir hile unsuru olduğunu görüyoruz. Ona göre, “öz savunma gereklidir. […] Herhangi bir güç tarafından varlığın imhasına yönelik saldırı olduğunda, varlığın isyan hakkı doğar.” Bu önerme varlığını tamamen “öz”e bağlamıştır; savunmanın boyutu tamamen “öz”ün ölçeğine bağlıdır. Öcalan’ın savunma hakkını önsel gördüğü öz varlığı nedir? Bir ülke, mesela Kürdistan, öz varlık olarak anlaşılabilir mi? Tutarlı bir Öcalan arıyorsak karşımızda, bunun bir köyden fazlası olamayacağına kanaat getirebiliriz. Çünkü Öcalan, bütün öteki büyük ölçekli hususları devlete devretmiş bulunuyor sözleşmesiyle! Fakat Öcalan, her türlü gidimli düşünceye, mantıksal tutarlılığa takla attırıyor. Bu kez de, “… gerekli” dedikten sonra ekliyor: “Öz savunma hukukla olur”! Bu küçük söz ile tekrar zorunlu olarak Marksizmin alanına gideceğiz ve hukukun güçler ilişkisinin kâğıt üstünde sabitlenmesi çabası olduğunu hatırlatacağız. Yani savunmanın hukuka değil hukukun savunmaya dayandığı sevimsiz gerçeğini…
Silahlarla güvenceye almadıkça hiçbir bağımsız varlık yarınından emin olamaz. Tutarlı olmaya çağırıyoruz Öcalan’ı; ya devlete doğru gidersiniz ya da devlete karşı. Tabii devlete doğru gittiğini söyleyecektir. Yanıtımız, bu gidişin ayrı bir özne bırakmayacağıdır. Çeyrek yüzyıldır bu gidiş sürecindeyiz, denilecek. Yanıtımız, bu gidişin çeyrek yüzyıldır silahların güvencesiyle sürdüğü olacaktır.
Büyük Geri Konumlanış: “Komün”e taşıyamayacağı misyon
Öcalan, yenildiği devlete karşı başka bir mücadele tarzı tutturmanın teorik bir gerekçesi olarak sosyalizm deneyimlerini ve ona dayanak olan Marksist argümanı reddettikten sonra, ufkunu genişletiyor ve bütün insan toplumları tarihini kapsayan bir mücadele anlayışı inşa ediyor. Öcalan’ın, bu sırada kendini sadece kapitalizmle sınırlayan ve kapitalizmin ileri zemin sunduğu sonrasıyla ilgilenen Marksizm anlayışını eleştiren geniş açısının önsel olarak olumlu olduğunu belirtelim. Ancak gerisi, Öcalan’ı, Marksizmin tarih anlayışından kategorik olarak uzaklaştıran bir yol olmaktadır.
Ezilenler binlerce yıllık tarihte bitimsizce ve kesintisiz direndi. Ama bu tarihte ezilenlerin binlerce günlük iktidar pratikleri binlerce yıllık mücadele tarihinin tacıdır. Bu taçla anlaşılmayan, bu taçla sonuçlanmayan teori ve tarih yarım yamalaktır, kudretsizdir. Çünkü bu tarihi devletler ve devletlere ilişkin hareketler belirlemektedir ve zaten, Öcalan’ın da kabul ettiği üzere, devletlerin olduğu tarihte devletsizler tarihsizdir.
Öcalan, bize, binlerce yıllık tarihin bu eksiklikle malul kısmında tamlık görmemizi salık veriyor. Öcalan bize, binlerce yıllık devletli tarihte, geride ve altta kalmış ama elbette önemli bir halkayı tutmamızı salık veriyor. Bu, insan toplumlarının biyolojik çekirdeği olan komün olmaktadır.
Bunu yaparken Öcalan, bir Marksizm kuklası koyuyor karşısına ve gerçekten Marksizm olup olmadığıyla pek ilgilenmeden pataklayarak kolay bir zafer inşa ediyor kendine. Öcalan’ın karşısına koyduğu ve zorlanmadan mahkûm ettiği sınıfçı Marksizm, bir başka deyişle toplum-merkezli Marksizm anlayışı oluyor. İlginç olan, Öcalan’ın karşısına aldığı Marksizm anlayışının kendi toplum-merkezli yaklaşımıyla en yakın Marksizm anlayışı olmasıdır.
Öcalan, Marx’ın tarihi sınıflarla başlattığını söylüyor. Bunu nereden çıkarıyor? Elbette başta Komünist Manifesto’daki ünlü sözden ve ardından Marksist kuşakların kendisine kadar gelen ezberinden… Marksizmin, bilimsel olarak, sınıflı toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylediğine ilişkin kanaat yaygın yanılgıdır. Komünist Manifesto’daki politik mücadele çağrısı niteliğindeki söz, Marksizmin tarih biliminin önermesini ifade etmemektedir. Marx, Komünist Manifesto’da ve sonraki politik mücadele metinlerinde bir vurgu olarak sınıfların tarih yapma rolünden bahsetmiştir. Ama Marx’ın, başta Kapital olmak üzere, tarih ile ilgili bilimsel kategorisi bambaşkadır ve bu başkalıktan ne Öcalan hoşlanacaktır ne de Marksistlerin büyük çoğunluğu. Marx’a göre, sınıflar açıkça −ve sözcüğü sözcüğüne− üretimin gelişmesinin sonucu ortaya çıkar. Tarihin motorunun üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin mücadelesi değil sınıflar mücadelesi olduğunu söyleyenler, politik bir söz etmiyorlarsa, Marx’ın tarih biliminin temel nitelikteki önermesinden başka bir şey benimsiyorlar demektir. Marx, bu mücadelede belirleyici olanın üretim güçleri olduğunu ve belirleme silsilesinin toplumsal sınıflara, oradan devlete ve ardından ideolojilere doğru gittiğini söyler. Bize göre, Marx insan toplumları tarihinde komünden sonra devletin ortaya çıkış dinamiğini görse de, devletin belirleyici rolünü yeterince görmemiştir. Ama hiçbir şey, Marx’ın toplumsal varlığı sınıf-merkezli gördüğü sonucuna ulaştırmaya yetmez.
Öcalan, büyük bir katkı yaptığı güveniyle, Marksizme atfettiğine karşı, “Tarih sınıflar savaşı değil, devlet ve komün savaşıdır” diyor.
Öcalan’ın bu önermeyle tarihi sınıf mücadelesi olarak anlayan Marksistlerle aynı sorunla karşı karşıya olduğunu belirteceğiz. Öcalan, Marx’ın temel katkısına, yani üretimin tarihteki belirleyici yerine ilişkin kategorik hiçbir şey demiyor. Toplumsal varlığı bir “anlam” olarak gören Öcalan için fazla bir beklenti olabilir bu gerçi. Öcalan’ın, sınıf-merkezli Marksistlerle birlikte, insan toplumlarının karınlarını doyurma, maddi geçimlerini sağlama, biyolojik varlıklar olarak üreyimlerini sağlamanın yeri gibi kaba ve basit maddesellikleri değerler sistemi olarak tanımladığı insana zorlayıcı ya da belirleyici faktörler olarak dayatmaya gönlü elvermiyor. Maddeselliğin zorlayıcılığı kadar determinizmden de hazzetmiyor Öcalan. Komün ile devletin mücadelesi olarak tarihten söz ederken, bu tarihin üzerinde durduğu üretimi ihmal ediyor. Üretimin dahil edilmemesiyle toplumsal varlık fizik dünyada boşlukta hareket eden ve kendi kendini belirleyen bir yapıya dönüşüyor. Komünün bu tarihte, biyolojik boyutla temelden ilişkisi bakımından toplumsal varlığın doğaya bağını teşkil eden halka olduğu söylenebilir. Fakat Öcalan, komünü nedensel bir sürecin öğesi olarak almayı da reddediyor; ona göre komün insandır ve anlam dünyasını üreten etmendir. Dolayısıyla Öcalan, komünün maddiliğinin peşine düşmeyi yöntemsel olarak reddetmektedir.
Komün tarihsel olarak devletin alternatifi olamayacak bir toplum örgütüdür. Başlangıçta devlet değil komün vardı ve insan toplumlarının üretim araçları ve düzeyini örgütlemeye komün yetiyordu. Fakat üretimin gelişmesiyle birlikte toplumda ortaya çıkan ayrışmaları toparlayacak, toplumu üretimi geliştirerek sürdürebilecek ve dağılmadan varlığını koruyabilecek bir örgüte ihtiyaç doğdu. Komünün bu karmaşıklığa yetmediği apaçıktı. Devlet insan toplumlarında kötü birtakım insan gruplarının marifetiyle ortaya çıkmadı. Öcalan, “kastik katil” adını verdiği ve avcı erkek topluluğuyla başlayan bir varlığı bütün tarihi boydan boya kat eden bir metafizik şeytan olarak resmediyor. Tarihte her türlü olumsuzluğun ve kötülüğün (vahşetin, şiddetin, öldürmenin, gaspın…) faili olan “kastik katil” gerçekte devletin de −hem kurucusu hem de kötülüğünü taşıma anlamında− failidir Öcalan’a göre. Fakat Öcalan bu metafizik varlığı sürekli gündemde tutsa ve gerçekte tarihin kastik katil ile komünün mücadelesi tarihi olduğu kanaatinde olsa da, onun yerine devleti geçirerek bizim gibi metafizikten uzak olanlarla bir temas aralığı yaratıyor. Devletin tam teşkil olmadığı uzun binlerce yıl boyunca ataerkinin yükselişiyle birlikte yaşanan gerçek bir süreci Öcalan, metafizik istismarın konusu yapıyor. Böylece nedensellikten uzak bir şeytanın varlığıyla tarih anlayışını bugüne getiriyor.
Öcalan’ın şeytanı bir yana bırakılacak olursa, toplum, aksi halde dağılacak bir aşamaya geldiğinde komünün kendisi adeta devleti çağırdı. Bu açık bir nesnel süreçti. Dolayısıyla Öcalan’ın devletin komünün gaspına dayandığı önermesi −komünün olumlu yönlerini vurgulamak dışında− gerçeği ifade etmemektedir. İnsan toplumlarına komün bir aşamada yetmedi ve devlet çağrıldı. Devlet bizatihi komünün ezilmesi değil öncelikle yetmezliğine karşı daha yüksek bir örgütlenme olarak ortaya çıktı. Komün anonimliğe uyamayan, ayak uyduramayan, geniş ve yüksek üretimi organize edemeyecek küçüklükte bir örgüttü. Devlet komün ile zıtlar çatışması olarak ortaya çıkmadı; komünü tamamlayan ve giderek yerine geçen bir aygıt olarak belirdi. Ancak bu arada, komün, biyo-sosyallik gereği sürekli üreyen bir varlıktı ve devlet biyo-sosyal komünü bazı yollarla içererek bazı yollarla budayarak işlevini yerine getirdi. Tarih boyunca, kandaş komün hem devletin hem de ona karşı yeni devlet hedefiyle mücadele edenlerin dayandığı, çoğu zaman istismar ettiği bir varlık olarak yer aldı toplumsal varlığın biyoloji ile temas ettiği alanda.
Bizim “tarih bilimi” diye anmanın daha doğru olduğunu kabul ettiğimiz tarihsel materyalizm, işte tarih boyunca sınıfları değil, üretimi ve sınıflarla birlikte öteki zorunlu sonuçlarını, çıktılarını ve gidişatını takip etmeyi hedefleyen, bu tarihin nedenselliklerini ortaya çıkmaya çalışan bir teorik alandır. Bu arada, toplumsal varlıkta ortaya çıkan her tür maddi ve manevi biçimi de elbette nesnesi yapmalıdır tarih bilimi. Öcalan’ın, üretimin zorunluluğuna ve belirleyiciliğine dayanan bir tarih anlayışına hiç de yakın olmadığını görüyoruz; ona göre anlam dünyası olarak tecelli eden toplumsallık üretimi ve devleti belirlemektedir.
Komün ve devletin, aynı düzlemde ve aynı işlevi gördükleri yerde ettikleri mücadele devletin açık ağırlığıyla sonuçlanmaya mahkumdu. Ayrı düzlemde olduklarında da komün devletin ve devlete karşı ama onun düzleminde olanların enerji devşirdiği bir yatak oldu her zaman. Komünün devlete alternatif olması söz konusu olamaz. Çok basit nedenlerle böyledir; komünün temel bir ayırt edici niteliği kandaşlıktır ve kandaşlık hiçbir zaman, anonimliği kesin bir ayırt edici nitelik olan devletin ortaya çıktığı toplumlarda devletin işlevini yerine getiremez. Komünlerin devlete karşı mücadeleyi yükselttiği örneklerde karşılarına bizatihi kendi nitelikleri olan kandaşlığın çıkması tarihin bu zorunluluğundan başkası değildir. Devlet ise komünü simgesel olarak edinebilir, istismar edebilir. “Anda” olarak söylenen kan kardeşliğinden başlayarak, din kardeşliği, ulus kardeşliği, sınıf kardeşliği, ezilenler kardeşliği, insan kardeşliği gibi temalar hep komünün simgesel yeniden-üretimi ya da istismarıdır.
Yani komün ile devlet, aynı toplumda ve aynı tarihte vardır ama birbirlerine rakip değildirler; öncelikle komün, devlete rakip olma, onu geriletme ya da zayıflatma misyonunu ta tarihin başlangıcında geri çekmiştir. Buna bağlı olarak Öcalan’ın temel tarih tezinin dayanağı yoktur; komün ile devlet tarihin karşı saflarında yer alan mücadele odakları değildir. Buna karşılık örneğin sınıfa karşı sınıf yaklaşımının tarihsel olarak isabetli olmasa da mantıksal bir karşılığı vardır. Biz, devlete karşı devlet diyoruz ve ezilenlerin mücadelesinin ancak devlete karşı çıkarılacak devletsi, devlet gibi ve devlet halinde bir güçle başarıya ulaşabileceğini ileri sürüyoruz. Politik güce karşı politik güç! Marksizmin tarihsel diyalektiği bunu bize veriyor; sınıfın kendisinden ayrı bir iktidara ulaşma aygıtı olarak Leninist politik parti anlayışı ve başarılan devrimlerin anlattığı tam da budur. Ayrıca bütün tarih bu şekilde hareket etmiştir. Biyo-sosyallik olarak komünü bu mücadeleye katabilmek, büyük ve sürekli bir taze devrimci güç anlamına gelecektir.
Öcalan, gerilemesini, komünü ele alırken bu kez aşiretlere verdiği özel önemle göstermektedir. Bugün aşiretlerin işlevi ve devlete karşı mücadele mevzisi bakımından konumları ne olabilir? Aşiretlerin toplumsal örgütlenme olarak komünal özellikler taşıdığı, komünün bazı öğelerinin sabitlenmiş kalıntısı olduğu doğrudur. Ancak aşiretler bugünkü güçler ilişkisi ortamında ancak ve ancak devletlerin ya da devletsi büyük güçlerin patronajında varlık gösterebilecek malzemelerdir; ve aşiretler ancak devlet örgütlenmelerinin zayıfladığı evrelerde öne çıkabilirler. Fakat bu öne çıkış eğer simgesel kandaşlık güçleri tarafından devşirilmezse, aşiretler, o ya da bu gücün aparatı ya da basit anarşik çapul varlığı mertebesinde olabilir.
Bu gerçeği Öcalan gayet açık şekilde ortaya koyuyor zaten. Kendi hareketinin aşiret ilişkileri dışına düşmüş kimseler tarafından kurulduğu ve götürüldüğünü anlatıyor. Aşiret ilişkileri dışıdır, çünkü bir devrimci örgüt kanlı bir mücadeleye ancak bağlanma tekeli kurarak girebilir. Aşiretine bağlı kimseler kendilerini aşiret-üstü bir ideale bağlayamaz doğal olarak. Nitekim Öcalan, ancak bir güç olduktan sonra aşiretlerin kendilerini tanıdığını ve kendilerinin de ancak bu aşamadan sonra aşiretleri kapsamaya yöneldiklerini berraklıkla anlatıyor.
Bunlara karşılık, Öcalan’ın komüne atfettiği tamamen gerçeksiz yer, komünün insan toplumlarının ilk komünal evresinin tamamının birleştirici etmeni, anonimleşerek sınıflara ayrışmış insan toplumları tarihinde ise sınıf altındaki biyo-sosyal bir birleştirici olarak büyük işlevlere sahip olduğu gerçeğini gözardı etmeye yol açmamalıdır. Komün, mücadelenin bir dayanağını bulacağı biyo-sosyal köktür. Mücadelenin çekileceği kuytu koyak, ana rahmidir. Bir devrimci örgüt, dayanmak istediği toplumun komün duyusuna seslenmeyi başarırsa bir yandan düşmanı tarafından kazınması neredeyse olanaksız olacak, öte yandan bu momentten başlayarak simgesel komünü başarıyla oluşturabilecek başlangıç temaları bulacaktır. Fakat her yol gibi bu yolun da sürtünmesiz olmayacağı bellidir. Muhammet’in tebliği bedeviliğin asabiyetine takılıp kalsaydı İslamiyet Arap kavminin ideolojisi olamazdı, fakat böyle olduğu yani bu başarıya ulaştığı andan itibaren Arap olmayan kavimlerin Müslümanlığının içerilmesi sorunu ortaya çıkmıştır.
Tarihin seyri komün ile devleti yerli yerine koymuştur. Komün yeterli bir örgütlenme olsaydı devlet ortaya çıkmazdı ve devlet bir kez ortaya çıktıysa komünün ona karşı herhangi bir şansı yoktur. Üretim boyutunu bir an ihmal edersek, tarih devletler ile komünlerin mücadelesi değil, devletlerin komünü sembolik olarak üstlenerek gerçek komünü yerli yerinde tuttuğu, kontrol ettiği, yedeklediği bir seyirde başka devletler ya da kendine alternatif olan devletsi güçlerle −devrimci örgütlerle− mücadele tarihidir.
Şiddetin komünal kandaşlığı
Komün ile ilgili bir başka ve temel nitelikte hususu şiddet oluşturuyor. Biyo-sosyal komün sürekli üremesine bağlı olarak anonim toplumsallıkta sürekli dağılmasına karşın, komündeki güçlü bağın büyük önemi politik alan için devşirme konusu olmuştur. Komünü niteleyen kandaşlık, şiddet ortamlarında simgesel üretimi için verimli karşılık bulur. Şiddetin kanı, adeta kandaşlığın bağını sağlar ve mücadele kardeşliği içinde olan bireylerin kollektif varlığı perçinlenir. Bu konuda devrimci olanlarla karşı-devrimcilerin bir ayrımı yoktur. Şiddet-politika kan kardeşliği yani komün duyusu yaratır ve bu, mücadele için benzersiz bir yakıttır. Devrimci mücadelenin kanı, biyolojik varlıklar olan insanları komünleşen bir duyuya iter. Savaştaki kardeşlik duyusu da aynı mekanizmayla işler. Buna karşılık, şiddet içermeyen soğuk seküler çekişme örnekleri böyle değildir. Devrimci örgütlerdeki yoldaşlık duyusuyla legalist örgütlerdeki seküler resmi yoldaşlık duyusu arasındaki fark da budur. Bunu en iyi duyumsayacaklardan biri kuşkusuz Kürdistan Özgürlük Hareketinin militanlarıdır.
Öcalan’ın aşılmış olduğunu ifade ettiği şiddetin ezilenler açısından komünü yaratıcı rolü gözden kaçırılamaz. Komün için şiddet, şiddet olarak devlet. Bu, hem karşımızdaki en büyük güç hem de bizim için geçerlidir.
Bu boyutuyla şiddet dışı komün bir kendini kandırma oyunudur. Devletlerin devasa varlığı ve inayetiyle hoş ve hor görüyle izin verdiği bahçelilik tarzı dayanışma komünlerinin hiçbir gerçekliği yoktur. Bu komüncülüğün gerçekliği Gezi Parkındaki orta sınıf komün oyunculuğu ile aynı kategoridendir; polisin düşük şiddeti bu oyunu bitirmeye yeter. Şiddetin devlete bırakılması komünün de devlete bırakılması demektir.
İki Zorunluluktan Kaçış: Üretim ve devlet
Öcalan, kendini hiçbir zorunlulukla hapsetmek istemiyor. Toplumsal varlığı anlam ve zihne indirgiyor ya da dayandırıyor ve gerisiyle ilgisini kesiyor. Fakat bu konuda da tutarlı olmaya çalışmadığını göreceğiz.
Öcalan, “kaba materyalizm” diye andığı yaklaşıma karşı son derece mesafeli. Son onyılların yükselen dalgasına bindiğinden, bu, beklenmedik bir husus değil. Nitekim, Öcalan, bırakalım Marksizmi tarihe gömmekte kararlı olanları, Marksistlerin de önemlice bir kısmını epeyce uzun zamandır yanında bulacaktır. “Kaba” diye materyalizmden ve “mekanik” diye determinizmden uzaklaşmaya çalışmak, hatta belirsiz ve rastlantısal “yeni materyalizm”ler icat etmek pek yaygın bir eğilim günümüzde. Bu işlem sırasında diyalektik kategorisi ta Antik Yunan’dan beri cömert bir istismarın konusu olmuştur.
“Fizik ve kimyada tam yasa(nın) geçerli” olduğunu söyleyen Öcalan, doğal olarak, kuantum fiziğindeki gelişmelerin felsefesini yapanları izliyor; ancak nedense bu fiziğin felsefesinin idealist okulunun görüşlerini onaylıyor. Kuantum fiziğinin bulgularını bu bilim alanı dışındakilerin ediniminin en yüksek tarzı felsefi olabilir ve bu felsefi edinimin biri de kuşkusuz materyalisttir. D. Bohm ile R. Penrose’un aralarında olduğu teorik fizikçileri sayabiliyoruz bu hususta. Ancak Öcalan, çoğu Marksistle birlikte kuantum fiziğinin metafiziğini izliyor. Belirsizlik, maddenin kaybı, zorunluluğa karşı rastlantı…
Öcalan, “kaba materyalizm”e karşı olanların genel olarak yaptığına benzer şekilde doğa ile toplumu da indirgenemez ayrı ontolojiler olarak (çifte ontoloji) değerlendiriyor ve toplumun kuruluşunun simgesel olduğunu, toplumun düşüncede temelini bulduğunu söylüyor. Ona göre, toplum doğadan apayrı bir varlıktır ve doğanın yasalılığı ve nedenselliği burada geçerli değildir. “Birinci doğa” diye adlandırdığı dış doğada yasalar olduğunu atom altı alan dışında ileri sürüyor. Ancak ona göre “ikinci doğa” olan toplum ya da “toplumsal doğa” ancak eğilimlerle hareket eder. Üstelik Öcalan, toplumsal varlığın yasasızlığını kaba bir idealizme bağlıyor. Ona göre, “toplum insan zihnine dayalıdır”. Toplumsal doğa “düşünce temelli oluyor”. Bu önermeye, insan zihni neye dayalıdır sorusu sorulamaz; zihnin dayanağı da bizatihi kendisidir. Toplumun varlığının temeli bizatihi kendi maddiliği bile değildir Öcalan’a göre; toplum “insan”, “anlam” ya da “simge” üzerinde, onlar tarafından oluşturulan bir “değerler sistemi”dir. Toplumun öznesi de nesnesi de bizatihi toplumun kendisidir. “Toplumun kendinden başka öznesi yoktur. Toplum oluşun öznesi de, nesnesi de yine toplumun kendisidir.” Bunun doğa ile, madde denilen şey ile bağını varın siz düşünün artık. Ama göreceğiz; Öcalan’ın tarih ve politika anlayışı da bu yaklaşımıyla tamamen uyum içindedir.
Toplumsal varlığın doğa ile ilişkisine dair hiçbir kategorik önerme yok Ocalan’da. Doğa ile toplumun uyumlu ilişkisi olarak, insan tarafından kurulacak “üçüncü doğa”yı anıyor klişe ütopik terimlerle. “Toplumsal doğayı insan oluşturuyor” ve “Toplumsal doğa insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir.” İnsanı ne oluşturuyor? Bu sorular “boş ve anlamsızdır” Öcalan’a göre. “İnsan türediği an toplumsal doğa türemiştir” çünkü. Öcalan’ın sebebi sonuç, sonucu sebeptir. İnsan kendini oluşturan bir varlıktır; başı, ortası ve sonu insandır. İnsanın bağlı olduğu kendi dışında yani kendine bağlı olmayan, kendisi tarafından oluşturulmayan, zorunlu ya da nedensel bir bağ yok; böyle bir nesne yok. İnsan, toplum, toplumsal doğa gibi kategoriler ancak bu döngüsel, başı ve sonu kendisi olan, maddesi ve maneviyatı kendi maneviyatı olan bu çemberin iç ilişkisini anlatmak için başvurulan geçici ya da gerçekte tutarsız sözcüklerdir sadece.
Öcalan, toplumsal varlığı bir “sosyal alan” olarak saptıyor. Bu, toplumun toplum oluşunu yineleyen bir totoloji sanılmasın. Burada Öcalan biraz dünyevi terimlerle düşünmektedir. “Biraz” gibi kavramlaştırmaya ve hele kategorileştirmeye kategorik olarak aykırı bir terimi kullanıyoruz, zira Öcalan, hiçbir mantıksal zorunluluğa tabi olmadan oraya ya da buraya sıçrayabiliyor; üstelik bu sıçramayı çoğunlukla kategorik yapmıyor, biraz maddeden biraz ruhtan katabiliyor. Öcalan, böylece toplumsal varlığı, üretim güçleri ve ilişkileri ile devlet gibi etmenlerin etkisinden sakınmış oluyor ve tersine, bunların tümünü onun etki halesine alıyor. “Sosyal alanda ekonomi, eğitim, sağlık, kültür hepsi var”dır ve üretim ya da ekonominin toplumsal alanda belirleyici ya da özel etkileyici bir rolü bulunmamaktadır. Toplum merkezli bir toplumsal varlık anlayışına sahip olduğu için, Öcalan, sosyolojinin sosyal bilimlerin anası olduğunu söylüyor. Kendinden menkul, kendi dışında bir şeye bağlı olmayan, dayanmayan toplum için elbette toplum bilimi! Ancak Öcalan, tarihsel boyutu ekleyerek buna “tarihsel sosyoloji” diyor. Bu tarihte yapısal zorunlu varlıklarıyla ne doğa, ne üretimin ve maddi yaşamın sağlanmasının sevimsiz zorunlulukları ne de “kastik katil”de simgelenen devlet var. Böylece Öcalan’a, erkeğin kadını ezme tarihinin nedenselliği nedir diye sorarsak herhangi bir yanıt alamayız. Öcalan, erkeğin neden savaşı esas aldığını ve ganimet peşinde koştuğunu, devletin neden ortaya çıktığını “anlam” dünyasının sözcükleri dışına çıkarak anlatmayı en azından tutarlı ve gidimli olarak hiç denemez. Bunları açıklamaya yönelmek Öcalan’ı ardında bırakmak istediği Marksist tarih alanına çekecektir. Çünkü erkek egemenliği demek bunun neden ortaya çıktığını, giderek zorunluluğunu anlatmaktan kaçınamamak demektir; devlet demek devletin ortaya çıkışını gerekçelendirmek demektir. Bu tarzın, Öcalan, meşrulaştırmak ve giderek alkışlamak olduğunu söyleyenler tarafında yer alıyor.
Peki Öcalan bütün bu konularda Marksizmden ne kadar uzağa gidiyor? Materyalizm ile nedenselliğin kabul edilmemesinde, doğa ile toplumu indirgenemez ayrı ontolojiler olarak ele almada, toplumun nedensel olmayan toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğinde ve toplumsalın ancak bir anlam ile varlığını bulduğunda Öcalan ile Marksizm içinde çeşitli akımlar kuşkusuz benzer konumda bulunuyor. Hatta Marksistlerin çoğunun bu konularda onunla aynı düşünsel havzada olduğunu söylemek haksızlık olmaz. Marksistlerin büyük kısmı ve hele akademide varlığını bulan Marksizmin önemli bir kısmı, tarihin sınıflar mücadelesi olduğunu söyleyerek gerçekte Öcalan ile aynı şeyi yapmış ve toplum-merkezli bir tarih anlayışına dahil olmuş oluyor. Buna karşılık sınıflı tarihin sınıflar mücadelesi olduğu önermesi teoride bilimin reddi −ya da zayıf kabulü− anlamına gelirken, politikada tamamen başka bir işlev edinir, ve yeri ve zamanına göre devrimci ve reformcu karşılıklar alabilir.
Marksizm diye andığımız bütünlüğün “temel”ini toplumlar tarihinin bilimsel açıklaması oluşturmaktadır. (Bu bütünsel yapının “merkez”ini materyalist felsefenin, “açık ucu”nu devrimci politikanın oluşturduğunu savunuyoruz.) Marksizm, insan toplumlarının maddi üretim ve biyolojik üreyim yoluyla doğaya nasıl bağlı olduğunu, buna karşın göreli özerk maddi katmanları nasıl oluşturduğunu, bu katmanlar arasında ve içinde belirleme ilişkisinin ne olduğunu ortaya çıkarmaya hasredilmiş bilimsel çalışmaları sistemleştirme yolunda kategorik ilk adımı atmıştır. Bu yüzden, bize göre, (Marksizmin) tarih bilimi kendinden önceki ve kendiyle birlikte toplumsal varlık üzerine çalışmaları kapsama kapasitesine sahiptir. Öcalan’ın Marksistlerin çoğuyla birlikte yaptığı, Marksizmin bu alandaki platformunu iptal etmeye çalışmaktır.
Bilimin, nesnesindeki yasanın ve nedenselliğin ortaya çıkarılması sürecinden başka bir tanımı olamaz ve bunun dışında bir tanım arayışı, bilim ile felsefenin, bilim ile anlatının ve sanatın farkını ortadan kaldırmaktan başka bir şey olamaz. Buna bağlı olarak, varlık nedensel ve yasalı hareket etmiyorsa bilim de gereksizdir. Yasa ve nedensellik ile karşılaşıldığında akla sadece pozitivizmin gelmesi, bu epistemolojik meselenin tamamen dışındaki etmenlere bağlıdır.
Zorunsuzlukların ve anlamın deruni dünyasından konuşan Öcalan’ı ortak ölçütler üzerinden yakalamanın olanağı yok. Ancak buna karşın, sezgisel patlamaları ya da “kaba materyalist” kalıntılarıyla Öcalan’da zorunlulukları ve nedensellikleri bulabiliyoruz. Bu alanda yakalanan Öcalan’ın bambaşka bir yolda üstelik bizimle birlikte epeyi mesafe kat edeceğine kuşku duymuyoruz.
Nihayet zorunlu halkalar
Öcalan’ın “toplumsal doğa”sının genelinde ya da −var olduğunu kabul edersek− sistematiğinde nedensel ve belirleyici öğeler yok ya da −yine aksi bir ihtimali gözetmek bakımından− gölgeler olarak var. Buna karşın, Öcalan, Manifesto’sunda, tarihin açıkça zorunlu ve nedensel öğelerinden söz etmeden duramıyor. Topluma ilişkin onca yaklaşımı ile nedenselliğin kabulünün tutarsız ya da hiç değilse çatışkılı olduğu açık; biz, burada bu hususun üzerine gitmeyeceğiz. Buradaki ilgimiz, söz konusu zorunlulukları ve nedenselliği yakalamak olacaktır.
Öcalan, silahlı erkeği mahkûm eden bir tarih inşa ediyor. Ama şu sözü etmeden de duramıyor: “Avcılık nihayetinde üretim için vazgeçilmez bir şey.” İşte bu değil mi mesele. Avcılık olarak Öcalan’ın “kastik katil”e reva gördüğü bir iş, üretim için vazgeçilmezliğiyle tanınıyor; peki, üretimin bir başka etmen için vazgeçilmez olduğunu söyleyebilir miyiz? Üretim ne için vazgeçilmezdir?
Öcalan, avcılıkla başlayarak gelişen bir kastlaşmadan söz ediyor. “Bu kastik birlik her şeye hükmediyor. […] Çok et yiyor, beyni gelişiyor, tekniği gelişiyor; öldürme teknikleri olağanüstü güçlenmesini sağlıyor. Öldüren güçlüdür.” Sanki sadece avcı erkeğin beyni gelişiyor gibi anlatıyor Öcalan, ancak yine de nedensel bir anlatımdan uzak duramıyor.
Başka temaya geçebiliriz. Öcalan diyor ki, “Günümüzde uçakların hızlı uçuşunun küresel sisteme dünyayı fethetme imkânını vermesi […]. Teknik bu kadar belirleyicidir. Aristokratik sınıf bu teknik ilerleme temelinde doğuyor.” Yine söyleyeceğiz; işte bunlar değil mi mesele! Öcalan şu birkaç sözde determinist bir tarih ve toplum modeli oluşturuyor. Tekniğin belirleyici olduğunu ve bir tür sınıfı doğurduğunu söylemekle yetinmiyor; tekniğin dünya ölçekli bir politik kurumlaşmaya olanak sunduğunu da söylüyor. Hiçbir itirazımız yok; sadece determinist modeli derinleştireceğini düşündüğümüz sorular soracağız. Örneğin, teknik neyin belirleyiciliği temelinde doğuyor?
Başka bir yerde, Britanya adasındaki korsanlardan söz ederken “en gelişkin silah tekniği bunları elinde” diyor. Korsanlar ileri teknolojiye dayalı silahları sayesinde gasp etmekte, yağmalamakta, hükümranlık kurmaktadır. Peki, korsanların eline en gelişkin silahı veren süreç nedir?
Öcalan’da bu soruların yanıtlarını bulamıyoruz. Bunları veri kabul eden Öcalan, ardından toplumsal varlığın anlam üzerine kurulu olduğunu anlatacaktır. Öcalan, en gelişkin silahı korsanların eline veren süreci anlamak ve anlatmak istemiyor ama kabul etmekten de kaçınamıyor. Tarih, nasıl ve neden edindiği açıklanmadan, elinde en gelişkin silahlar olan korsanların gasp ve yağması olarak anlaşılırsa tam bir tarih olur mu? Öcalan’ın “büyük patlama”nın bile öncesini sorgulayan delici düşüncelerinin ilk insandan başlayarak bugüne gelen anlatısının “tam” olduğu ileri sürülmesin; Öcalan’ın anlatısının iç diyalektiği tamamen farklı ve anlatıda bu soruların yanıtı yok.
Buna karşılık, Öcalan yine de zorunlulukçu ve nedensellikçi sözleri etmiştir ve biz bu sözlerin mantığını tutarlı olarak izlersek, Öcalan’ı hiç hazzetmediği materyalist, nedensel tarih anlayışına çekebiliriz.
Hele, Öcalan’ın Manifesto’sunda merkezi bir yere sahip olan devlete ilişkin bir anlatımı, onun sistemine nedensel tarihi neden dahil etmediğinin bir kanıtı niteliğinde. Şöyle diyor Öcalan: “Ulus-devlet gibi bir güç yoğunlaşması, bir güç tekeli olmadan kapitalizm gibi bir canavarı hiçbir güç yaratamazdı.” Bu pasajı önce bazı bakımlardan düzeltmek gerekecektir. Öcalan, ulus-devlet terimini özensiz kullanıyor; oysa bu, kapitalizmin ulusal pazarları esas alan bir politik kurumsal karşılığıdır ve kapitalizmdeki her devlet ulus-devlet değildir. Bu pasajın kritik yönü Öcalan’ın bir devlet tanımı yapmasıdır; ona göre devlet bir güç yoğunlaşması ve güç tekelidir. Devlet, tanımı gereği başka bir güce izin vermeyecektir. Daha doğrusu Öcalan, devlete ilişkin nedensel tanımlamayı benimsemiş olmaktadır. Bize buradan yola çıkarak sorular yöneltmek düşecektir. Devlet kapitalizmden önce de büyük tarihsel işlevler görmüş olsa gerektir, bu işlevin ortaya çıkması ve sürmesi, yeni tarihsel evrelerde tazelenerek korunması nasıl açıklanacaktır Öcalan tarafından? Öcalan burada nedensel bir akıl yürütme izlemektedir. Bizim sorumuz, devletin kapitalizmi neden yarattığıdır. Tabii bu soru, devletin neden ve nasıl var olduğunu barındıran bir yanıt istemektedir.
Öcalan bu soruları yanıtlamaktan kaçınıyor. Üretim yoluyla insan toplumlarında doğanın zorunluluğunun varlığını hiç anmıyor. Toplumsal varlığın üretimi sürdürebilmek için gereken örgütlülüğünün karşılığı olan devletin zorunluluğunu anmaktan kaçınıyor. Toplumun anlam dünyası olduğunu, toplumun zihne dayandığını söyleyerek kaçıyor. Öcalan, iki zorunluluktan, üretimin ve devletin zorunluluğundan kaçıyor. Bu iki zorunluluğun eğip büktüğü, hamur edip yoğurduğu toplumsallığı üstelik “anlam” olarak somutlayarak merkeze alıyor.
Bize düşen, toplumu bizatihi kendisiyle açıklayan yol ile, toplumu birtakım zorunluluklarla açıklayan yolun uyuşmazlığını ve tutarlı olunacaksa bunlardan birinin yine zorunlu olarak yeğlenmesi olduğunu söylemektir.
Kapitalist Uygarlığı Sahiplenme Hilesi
Kapitalizme karşı sert eleştirilerini izlemenin onu gerçek bağlamda nereye götüreceğine ilişkin iyimser düşüncelere kapılanlar, Öcalan’ın kapitalizmle Marksizm alanında çok bilinen bir “hile”yle uzlaştığını görecektir. Aydınlanmacı ve ilerlemeci Marksistlere göre, Batı uygarlığı ile kapitalizmin vahşetini, sömürgeciliğini, yağma ve çapulunu ayırmalıydık. Öcalan’ın şu sözleri, Aydınlanmacı ve ilerlemeci Marksistlerden zerrece ayrı değil: “Avrupa modernitesi şehirleşme, endüstrileşme, teknikleşme, bilim ve aydınlanmanın hepsini içerir, ama asla kapitalizmi içermez.”
Bunu okuyan Aydınlanmacı Marksistler ne düşünürdü acaba? Aydınlanmacı ilerlemeci Marksistler, Öcalan’dan biraz farklı olarak, o tarihte kapitalizmin gerekli olduğunu ama bugün artık kapitalizmin gereksizleştiğini söyleyecektir olsa olsa.
“Marx’ın hatası, modernite ile kapitalizmi karıştırmasıdır” diyen Öcalan’a göre “Modernite, insanlık tarihinin bütün birikimlerinin Avrupa’daki bölümüdür.” Zaten ona göre, “teknik ve bilimsel başarılar burjuvazinin işi değildir”. Peki kimin işidir bu başarılar? Ve neden ve nasıl oluyor da başarılıyor bunlar? Öcalan’ın yanıtı bizce çok kaba olarak şöyle: “Bilimsel-teknolojik icatlar, bilimsel keşifler kapitalizme ait değildir; neredeyse tümü yoksul esnaf ve bilim insanlarının çabasıyla ortaya çıkmıştır.” Bu sözlerin yavanlığının arızi olduğunu sananlar için Öcalan’ın bu kez bir başka yerde, işçi sınıfının devrimci hareketlerden uzaklığının kanıtı olarak Marx, Lenin ve Mao’nun işçi olmadığını belirttiğini hatırlatalım.
Öcalan’da tutarlılık aramanın nafile olduğunu, onun parlak fikir uçuşmalarıyla tutarsızlığını örttüğünü görüyoruz. Örneğin, Göbeklitepe için şunları yazıyor: “Bir kastik kültür olmadan burası inşa edilemez. Hiç mümkün değil.” Bu nedensel fikrini piramitler örneğinde sürdürüyor ve “Bir kastik firavun olmadan piramitlerin yapımı izah edilemez” diyor. Oysa ilginç bir düşünce reveransıyla parlak yazar ve ozanımız Brecht, piramitlerin Mısırlı işçi-kölelerin eseri olduğunu söylemişti. Bu anlatımlarda Öcalan Marksizmin yanındayken Brecht Marksizmin bilimsel değil sınıf-duyusal tarafında yer alıyor. Fakat Öcalan, bu materyalizmi moderniteye ilişkin sözler ederken bir yana bırakıyor ve süper idealizmi devreye sokuyor.
Öcalan’a göre kötü kapitalistler “zor gücüyle uygarlık üretimini, değerlerini gasp etmişlerdir.” Öcalan, gaspın neden ve nasıl olduğunu açıklamak gibi kendisi için zor bir yola girmiyor. Ona göre tarihin bu kısımları “kastik katil” dediği ve kastlaşmaya dayanan, bundan varlık bulan bir kötünün üzerinde dönmektedir.
Öcalan, Batı uygarlığını tamamen kapitalizmin dışına çıkarıyor. Batı uygarlığının bilimsel ve teknik kazanımları, bilim ve felsefesi tamamen komüne aittir. Reformasyon ve Rönesansı gerçekleştirenler “komünalistler”dir. Bu kadar da değil, ulus-devlet bile Avrupa komünlerinin dönüşümüdür. “Ulus-devletin kapitalistlerle ilişkisi yoktur.” Kapitalistler öteki her şey gibi ulus-devleti de gasp etmiş, “tekelleştirmiş ve faşizme kadar götürmüştür”. Biliyoruz; gasp edilen ulus devlet olmasaydı “kapitalizm gibi bir canavarı hiçbir güç yaratamazdı.” Ne diyor Öcalan: Kapitalistler ulus-devleti ele geçirerek kapitalizmi yarattı! Kapitalizmden önce kapitalistler!
Bunların Öcalan’ın görüşlerini değersizleştirmek için yapılan masa başı numaraları olduğu sanılmasın; değersizlik bizim sözümüzde değil, karşımızdaki gerçeğin kendisinde. Öcalan’a hiçbir haksızlık etmiyoruz; “… asla kapitalizmi içermez” gibi ihtiyatsızlık şahikası bir önermenin başka bir karşılığı olamaz.
Oysa gerçek nedir? Gerçek, Öcalan’ın “modernite” dediğinin anı ve şanıyla, kapitalist uygarlık olduğudur. Batı uygarlığı, tamamen ve tamamen devleti ve kapitalistiyle kapitalizmindir. Batı uygarlığını komünün −ya da bazı Marksistlere bakacak olursak, işçi sınıfının− yarattığı ciddiye alınması mümkün olmayan fantastik anlatılardan başka bir şey değildir.
Bu bağlamdayken, Marx’ın kapitalizmi analizinin, kapitalizme karşı devrimci eleştirisinin, kapitalizmdeki ve tarihteki devleti analizinin sorunlarının sözü bile edilmez.
Ancak kapitalizmle moderniteyi ayırırken Öcalan’ın basit bir yanılgıya düşmediğini, onun bugünkü dünyada demokratik modernite ile komünal topluma yer ararken bu saymaca mutlak ayrıma büyük gereksinimi olduğunu göreceğiz. Ona göre, demokratik modernite ve komünal toplum devasa kastik katil devletlerle, bir kaptaki yağ ile su gibi karışmadan aynı dünyada var olabilir. Böylece, aynı dünyada devletten ayrı bir demokratik komünal uygarlık pekâlâ yaratılabilir.
Devletler İzniyle Hemen Şimdi “Komünler Komünü”
“Demokratik ulus önemli oranda ‘komünler komünü’ olarak tanımlanacak. Ve devlete dayanmayacak dedik. Türkiye veya diğer komşu ülkeler fırsat gösterecekler. […] Bazıları ‘böyle bir şey olabilir mi?’ diyorlar. Bence olabilir.” Bu sözler Öcalan’a ait.
Öcalan’ın dedikleri, orta ya da uzak geleceğe ilişkin düşünceler olsaydı ütopya diyebilirdik, fakat o, bugünden tezi yok gerçekleşebileceğine inandığı bir şeyden söz ediyor. Komünler komünü nedir? Öcalan’ın dediği gibi tarih boyunca devletlerle mücadelesiyle izleyeceğimiz bir varlık mı, yoksa devletlerin yanaşması, bağlısı mı? İlk seçenek açısından şunu mu ummalıyız? Devletler, kendilerinin oturduğu zemini oyacak, kendilerine dayanmayacak varlıklar olmaktan öte, onlara karşı mücadele edecek “komünler komünü”ne göz göre göre izin verecek, “fırsat gösterecekler”! Bunun ütopyaya atfedilen gerçeksizliğin de altında bir görüş olduğu pek açık değil mi?
“Böyle bir şey olabilir mi” diyen “bazıları”na selam yollayarak bırakabiliriz tartışmayı, ama sürdürelim Öcalan’ın düşüncelerini izlemeyi…
Öcalan’ın ikinci seçeneği işaret ettiğini, üstelik dehşet verici örneklerle, göreceğiz.
Adı büyük kendi küçük hedefler
Devletin sosyalizme ters olduğunu son derece ihtiyatsız ve sosyalizm deneyimlerini tahkir edici tarzda ileri süren Öcalan’a, gelecekteki belirsiz bir evrede değil, şimdi yaşadığımız dünyada inşa edeceği sosyalizmde devletleri ne yapacağını, toplumsal varlığın neresine yerleştireceğini sormalıyız. ABD’nin, İsrail’in, öteki komşu devletlerin ve Türkiye’nin devlet olarak Apocu sosyalizme uygun boş alanlar mı açacağı beklenmektedir? Öcalan’ın bu konuda hiçbir kuruntuya kapılmadığını ama yine gerçekçiliğiyle hareket ettiğini söyleyeceğiz. Öcalan, “demokratik toplum”un Türkiye Cumhuriyeti devletiyle “diyalog içinde inşa edilebil[eceğini]” söylemektedir. Hakikaten, buna inandığına inanacak mıyız Öcalan’ın? Sosyalizm deneyimlerini devletleştiği için hovardaca mahkûm eden Öcalan, demokratik toplumu Türkiye devletiyle inşa edebileceğini nasıl söylemektedir?
Öcalan’ın “demokratik ulus”tan ne anladığının ilginç somut karşılıkları var. Bunlardan birini İskoçya oluşturuyor. Ona göre “İskoçya bir demokratik ulustur. Ama İngiltere bir ulus-devlet, hem ulus-devlet var hem demokratik ulus. Bunlar bizim için de hayati olacak. Türkiye’de de büyük ihtimalle böyle bir süreç olacak.” Öcalan, Türkiye devletiyle demokratik bütünleşmeye dayanan bir gelecek öngörüyor. Öcalan’ın demokratik ulus, demokratik toplum, komün gibi terimleri çoğu yerde bilerek birbirinin yerine kullandığını belirtelim. Çünkü onun temel bir tarzı belirsizliği korumak; böylece karşılaşabileceği sorunlar ve olası seçeneklere önsel yer ayırmış oluyor. Şu halde, Öcalan’ın menzili eğer İskoçya ise, son derece mütevazı bir dünya tasarımı olduğunu belirtmek zorundayız. Fakat Öcalan’ın buna da akışkan ve ele avuca gelmez bir şekilde yanıt vereceğinden emin olabiliriz. Diyalektikçi Öcalan’a soracağız: Irmak o ırmak değildir; peki ırmak var mıdır?
Dolayısıyla Öcalan’ın düşüncesinin bir yerlerde gerçeğin kendisine takılıp kalacağını, ya da mantıksal zorunluluklarla sınırlanacağını sanırsak yanılırız. Bunlardan birinin Öcalan’ın demokratik modernite dünyasının ekonomisi olduğunu görüyoruz. Ona göre demokratik modernitenin bir ayağı da “eko-endüstri”dir. Neymiş bu? İşte yanıt: “Sonuç; böyle bir endüstriyel kapitalist canavara karşı geliştirilmesi gereken ‘eko’ yani aileyi geçindirecek küçük komünün ekonomisidir.” İnanılsın; bu kadar!
Devletlerin tankına füzesine karşı evlerde üretilecek ve tabii çevreyi kirletmeyecek savunma sapanları! Ateşli silahlar diyerek çevreyi tüketecek endüstriye meşruiyet kazandırmayın!
Devletlerin ve dev şirketlerin kitlesel üretimine karşı aileleri geçindirecek doğaya dost bahçeler! Kurak sezonlar için biriktirmeyi önererek istifçiliğe yol vermeyin.
Öcalan’ın demokratik modernitesinin üç ayağından belki birinin böyle zayıf olduğu sanılabilir; oysa inanılmalıdır, öteki iki ayak da farksız!
Ama hayır; Öcalan’ın komün-devlet mücadelesi tarzındaki tarih tezinin bir sonucu olarak devletlerle savaşmak için değil bütün bunlar. Devletler kendi işleriyle uğraşacak, gerekirse savaşacak, kitle imha silahları üretecek, on milyonları doyuracak, doğayı tüketecek; “komünler komünü” ise bu anlamsız ve kötü işlere bakmayacak. Komün insanı bahçesinde geçimlik organik tarım yapacak, komşularıyla gülüp oynayacak ve mutlu mesut yaşayacak! Ne güzel bir iş bölümü. Ne saf bir devletlü ve ne akıllı komünalistler!
Öcalan, gayet anlaşılır ifadelerle “gerçekçi bir sosyalist teori” ve “uygulanabilir bir sosyalizm” olarak tanımladığı hedefini verili devletlerin varlığında olanaklı görüyor. Bu yaklaşıma karşı, devletin güçlü olduğu, her şeyi dayattığı, baskıyla uyguladığı gibi yaklaşımların “faşist yaklaşımlar” olduğunu söylüyor. Böylece ona acı gerçeği hatırlatacakların şom ağzını da peşinen kapatıyor.
Henüz ortada hiçbir kurumsal karşılık yokken, kendisinin yönelimi uğruna hem bütün dünya ölçeğinde, hem de bütün tarih ölçeğinde benzersiz sosyalizm deneyimlerini gerçeksiz bir sosyalist teori ve uygulanamaz bir model olarak niteleyebiliyor Öcalan. Buna karşılık bize kendi modeline ilişkin bir örnek olarak İskoçya’yı gösterebiliyor. Bin bir kusuru olan en kötü bir sosyalizm deneyimi bin İskoçya’dan değerlidir ve Öcalan’ın ufkunun en azından bu erimi hiçbir özellik taşımamaktadır.
Kendi yaklaşımına büyük ve emsalsiz değer biçen Öcalan, Lenin’in Rusya gibi bir etnik adı bile taşımaması için büyük bir özen gösterdiği kurumsal modeli “ulus-devlet modelini aşamadı” diye küçümserken, bugün Ortadoğu’da “ulus-devletler ortadan kalkmayacağına göre, onun demokratik bir dönüşüm yaşaması hayati önemdedir” diyor ve Batı Asya’da ne mal olduğu gayet iyi bilinen bu devletlerle “Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği” ya da “Ortadoğu Demokratik Konfederalizmi” kurulabileceğini muştuluyor. Bunların da “tıpkı Avrupa Birliği gibi veya Rusya’daki Bağımsız Devletler Topluluğu gibi” olacağını söyleyerek ufkunun tevazusunu somutlamamız için yardımcı oluyor. Öcalan, geçmişi ve geleceği yani tarihi kırıp dökmekte bir an bile duraksamıyor sırf bugünün her biri her türlü devrimci varlığın can düşmanı devletlerden son derece küçük bir şeyler kazanabilmek için.
Öcalan’ın politika anlayışının doğal sonucu da gayet anlaşılır oluyor. Devlet olmayı hedeflemekten vaz geçmek, devletin zorunu üzerine çekmemek yani şiddet politika yürütmenin gereksizliği demektir. Alanına karışılmazsa devletin bu yeni dinamikle uğraşması rasyonel olarak gerekmeyecektir. Hatta akıllı devletler, kendisine karışmayacak ve enerjisini düzenlenmiş uygun görülen alanlarda tüketecek ikincil dinamiklere yer vermeyi öne alacaktır. Öcalan’ın istediği tam da bu. Ancak ya devlet karışırsa; ya devlet −demokratik de olsa içindeki “kastik katil”e uyarak− asker ve vergi almak isterse komünalist topluluktan?
Sorun, sadece Öcalan’ın değil; sorun, bilumum “aşağıdan tarih”çiler, “bugün ve hemen şimdi sosyalizm” arayışçıları tarafından, ezilenlerin binlerce yıllık deneyimle sabit ve sınanmış, başını derde sokmadan devleti idare etme yordamının sanat ya da teori mertebesine çıkarılmasının yenilik olarak sunulmasıdır. Bereket Marksizm bize bu türden oyun alanlarıyla oyalanmanın gereksizliğini teorisi ve pratiğiyle gösterdi. Akla gelebilecek hiçbir akımın ve akla gelebilecek hiçbir düşüncenin Marksizmin teorisi ve pratiğiyle kıyaslanamayacağını güvenle ileri sürüyoruz. Bu güvenle biz, Marksizmin her şeyini tartışmaya hazır olduğumuzu beyan ediyoruz.
Ama yine de ‘Şu çökmüş pratik mi?’ diyeceklerdir haklı bir burun kıvırmayla! Büyük Lenin’in, büyük Mao’nun tarihin çöp sepetindeki büyük zaferlerini hatırlatacaklardır.
Onlara, bu yolun düz ve çatışmasız, geriye çekilmesiz ve zorluksuz olmadığını, iktidarı yani şeytanlaştırdıkları devleti elimizde tutmanın önemini söyleyecek ve Çin’i göstereceğiz. ‘Çin mi?’ diyecek ve yine burun kıvıracaklar güzel düşlerine dalarak! Onlara, biz hiçbir zaman gündüz düşlerine dalmadık, ve ona teslim olarak değil, ondaki devrimci olanağı açığa çıkararak gerçeğin içinde olduk diyeceğiz. Ne Mao zamanında ne de bugün Çin’de cennet gördük diyeceğiz. Ama cennetin yolunun o yol, ve yolu kat etmenin tarzının o tarz olduğunu inanç, adanmışlık ve soğuk akılla söyleyeceğiz.
Dehşet verici örnek: Filistinlilere reva görülen…
Öcalan’ın demokratik modernitesine teorik ve politik eleştiriler yöneltilebilir. Fakat bu kavramın bizzat kendisi tarafından ifade edilen somut bir karşılığı, Öcalan’ın düşüncesinin teorik reddine duyusal ve duygusal bakımdan şiddetli bir etmen eklemeyi zorunlu kılıyor. Öcalan, Abraham Anlaşmaları denilen melun yönelimin kendisinin teorisinin bir uygulaması olduğunu söyleyebiliyor. (Abraham Anlaşmalarının niteliğine ilişkin Öcalan’ın tecrit koşullarında yeterli bilgiye sahip olmayabileceği ihtimalini dışlıyoruz.)
Şöyle diyor: “Demokratik modernite ise yeni bir çözüm ufku sunuyor. Esaslarını uygulamanın tam zamanıdır. Mesela Filistin-İsrail ilişkilerinde uygulanacak tek seçenektir. Kİ onu deniyorlar; İbrahimi Anlaşma dedikleri bu. Filistinlileri bir demokratik topluluk olarak düşünüyorlar. Büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde bu ortaya çıkacak. Ve büyük ihtimalle Filistinliler de bundan daha iyi bir seçenek bulamayacak.”
Bunun yetmeyeceği kanısında olanlar için pekiştirici ifadeler kullanmayı ihmal etmiyor Öcalan: “Demokratik ulus önemli oranda ‘komünler komünü’ olarak tanımlanacak. Ve devlete dayanmayacak dedik. Türkiye veya diğer komşu ülkeler fırsat gösterecekler. […] Bazıları ‘böyle bir şey olabilir mi?’ diyorlar. Bence olabilir. Mesela Filistin-İsrail ilişkisi. İbrahim Yolu antlaşması buna dayanıyor ki Suriye de bunu düşünebiliriz diyor. Demek ki bu kavram giderek Ortadoğu’da yayılacak ve bunun öncüsü de biziz. Bunun teorik temelini attığıma inanıyorum. Mevcut ulus-devletler varlığını sürdürecek; İsrail varlığını sürdürecek, ama Filistin halkı da demokratik ulus olarak örgütlenecektir.” Öcalan durmuyor; Filistinlilere kölelik halkasını bizzat kendisinin ulaştırmak istediğini söylüyor: “Bunun teorik temellerini fırsat bulursam onlara da götüreceğim. Zaten götürülmüştür de…”
Üzerine tartışmaya gerek görmediğimiz bu görüşler, önemli bir ezilen topluluğun davasını yürüten birine ait olmak bakımından korkunçtur.
Öcalan’ın “bütünlüklü sistem”inin karşılığı bu mudur?
Öcalan’ın o çok anlattığı “demokratik ulus”un bir örneğini ‘insanat bahçeleri’ne tıkılacak Filistinliler mi oluşturacaktır?
Fakat Filistin’e ilişkin bu yaklaşımının yine de başka bir yönü olduğunu düşünmeliyiz. Öcalan, gerçekte, Kürtler için aynı statüye razı olurdu. Bizi dehşete düşüren ‘devlet ruhu’muz iken, Öcalan’ın “topluluk olarak” tanınmakla iktifa edişi ‘komün ruhu’nun eşiğinin alçaklığını gösteriyor. Meselenin bu yönü daha mı az dehşet vericidir?
Kürtler, Ah Kürtler!
Öcalan hayıflanmayla şunu yazıyor: “Maalesef Harpagos’tan [M.Ö. 6. yüzyıl] beri Kürtler hep başka komutanların askeri olmuştur. Çok geleneksel bir Kürt özelliğidir. Komutan hep başkasıdır.” Hiç kuşkumuz yok; Öcalan, Kürtlerin ve başka halkların komutanı olmayı çok ister. Fakat yaşadığı ağır ve ezici gerçek, onu, komutanlık işini tümden bir yana bırakan bir tarih ve teori ile politika inşa etmeye zorunlu kılmıştır. Öcalan o günden bu yana, uzanamadığı ciğere murdar, üzüme koruk demeyi öğrenmiştir.
Bu derin hayıflanmayla Öcalan, sosyalizm deneyimlerini, ezilenlerin zengin tarihindeki iktidar deneyimlerini, bunlara bağlı bütün olanakları, bugün Çin’de yaşanan dinamiği anlamayı tamamen bir yana bırakmıştır. Öcalan büyük gerçekçiliğiyle, erişebileceğinin peşine düşmüştür.
Öcalan, “Özgün bir Kürt tarihi olamadı” diyor ve detaylandırıyor bu görüşünü. Acaba, Kürtler komutanlık edemediği için mi özgün bir tarihe sahip olamadı? Öcalan’la bu izlek üzerinden tartışmaya hazırız; o buna uygun mu acaba? Öcalan, mücadelesinin “sosyolojik kazanım” ile özgürlük aşamasına geçeceğini söylüyor Kürtler açısından. Ona göre, politik kazanım yani devlet olmak diye bir seçenek zaten baştan yasak; o halde o, nasıl toplumu kendinden menkul bir varlık olarak görüyorsa, nasıl sosyolojiyi gerçek sosyal bilim olarak görüyorsa özgürlüğü de toplumsallıkta buluyor. Öcalan’ın bu aşamada dahi, çoğu Marksistle pek uyuşacağını söylemek zorundayız; ama bunların Marksizmi ile Marx’tan Lenin ve Mao’ya uzanan teorik-politik diyalektiğin Marksizmi arasında elbette uçurum var.
Öcalan, yaptığını, Kürtleri bir ideolojiye kavuşturma çalışması olarak anlamlandırıyor. Kürtler, Öcalan’ın teorisiyle bir kez daha özgün olmayan bir tarihin ideolojisine sahip olacak gibi görünüyor.
Öcalan Kürt halkı için federasyon ve özerklik gibi kurumları “ulus-devlet bağlantılı” olduğu için aştıklarını belirtiyor, ama buna karşın, “hiçbir halk statüsüz olmaz” demeyi de bir yana bırakmıyor. Ne demek istiyor Öcalan? Halkına nasıl bir statü öngörüyor ki, bu, şiddetle reddettiğine inandırmak istediği devletliyi işkillendirmesin? Halkına öngördüğü statünün “ulus-devlet bağlantısı” haricinde ne olduğunu bir göstersin Öcalan. İskoçya’yı anmıştı; bu ülkenin statüsünün ulus-devlet bağlantılı olmadığına mı inanacağız. Bir yerde, ulus-devlet sorunsalını bir kez daha adıyla reddederek “demokratik toplum kategorisi” olmasından söz ediyor Kürtlerin. Bir başka yerde, “demokratik toplum”un iki dayanağından birinin “öz-yönetim” olduğunu söylüyor. Hayır ve hayır; kollektif bir varlıktan söz ediyorsanız akla o istenmeyen sorunsalın gelmemesi mümkün değildir.
Bu bağlamla kuşkusuz ilişkili bir tema olarak, Öcalan’ın, öz savunma hakkında ısrar ettiği görülüyor. Öz savunma hakkını “farklı bir güvenlik sistemi ile güvenceye” almanın vazgeçilemez olduğunu belirtiyor. Bundan ne çıkaracağız? Gayet açık; Öcalan, ulus-devlet bir yana onunla bağlantısının bile söz konusu edilemeyeceğine devletliyi inandıracağı ama gerçek kurumsallıkta tek bir tırnağını olsun sağlamca geçirebileceği bir çentik, kılcal yarık istiyor. Bu isteğini gerçekleştirdikten sonra süreci ilerleteceğine kuvvetle inanıyor. Çeyrek yüzyıllık İmralı deneyimi Öcalan’a söz konusu çentiği vermeye yetmedi. Çentikten sonra Öcalan tarihin Kürtler için hızlanacağını düşünüyor.
Marksizmin Başaramadığını Başarmak
Öcalan; Marx, Engels, Lenin ve Mao’nun hiçbirinin “bütünlüklü bir sistem analizi” yapmaya muvaffak olamadığını söylüyor. Buna karşılık, kendisinin “demokratik modernite” yaklaşımının Marksizmin gerçekleştirmeyi başaramadığı “bütünlüklü sistem analizi ve alternatif çözüm” olduğunu büyük bir güvenle ileri sürüyor. Ona göre “devlet yerine demokratik ulus”, “kapitalizm yerine komün”, “endüstriyalizm yerine eko-ekonomi” söz konusu bütünlüklü sistemin temel ayaklarıdır.
Eğri oturup doğru konuşalım; cümle âlemin bildiği birtakım kesin gerçekleri yalın ifadelerle bir kez daha analım. Başka her şeyi, teoriyi, felsefeyi, ideolojiyi bir yana bırakalım ve ezici maddi gerçeklerden bahsedelim. Marksizm bütün dünyayı sarsan bir yüzyılın tek yapıcısıdır. Dünyanın bütün devrimci dinamikleri geçen yüzyıl boyunca Marksizme akmış, Marksizmin hegemonyasında olmuştur. Marksizm dünyanın üçte birine onlarca yıl egemen olmuştur. Marksizm, geçen yüzyıl boyu sosyal bilimler literatürüne dünya ölçeğinde hâkim olmuştur. Dünyanın karşı kampı, Marksizmin tarihsel yapıtı karşısında, sonunun geldiği korkusuyla titremiştir. Çöktüğünü, tarihte kaldığını varsaysak bile bunlar hiçbir spekülasyona bulaşmayacak onlarca yılın gerçeğidir.
Bu tarihsel gerçek karşısında Öcalan’ın hanesine koyacak bir gerçek var mıdır? Yanıtın “sıfır” dışında olması olanaksızdır. Mücadelenin gerçeği denmesin; hedefine geçici de olsa ulaşmış olmayı kastediyoruz.
Peki, Öcalan teorisi ve politika anlayışıyla Marksizme karşı bir seçenek mi üretmiş veya onu aşmış mıdır? Acı söyleyeceğiz; bu soruya olumlu yanıtı ancak menkıbe anlatıcıları verebilir.
Öcalan’ınki Marksizme alternatif ya da onu geliştiren bir teori değildir. Öcalan’ınki tam ve sağın ifadesiyle teori değil teori-benzeridir. Bu sözle, Öcalan’a Batılı akademik normları dayatmayı mı ima ediyoruz? Asla; bu yaklaşımlara zerrece prim vermiyoruz ve bırakalım Batılı akademiyi Batılı Marksist çevrelerin bile Lenin ve özellikle Mao’ya tam bu yüzden tahammül edememesini ancak aşağılarız. Buna karşılık, teoriden söz ediyorsak teorik kavram ve kategorilerin zorunlu yolunda ilerlemeliyiz. Öcalan’ın yaklaşımı bu öğeden yoksun.
Öcalan’ın yukarıda aktardığımız üçlüsünün ve karşı üçlüsünün ne analitik bir niteliği var ne de içinde yaşadığımız uygarlığa seçenek oluşturacak gücü. Öcalan zaten, içinde yaşadığımız uygarlığın ta içinde, onu yıkıp parçalamadan ve onunla uzlaşarak yaşam alanları oluşturmaktan başka bir şey söylemiyor. Kendini sistemin karşısına değil içine yerleştiren bir çözüm tarzının sisteme karşı bütünsel olması önsel olarak olanaksızdır.
Öcalan, hangi yüksek meziyetlere sahip olursa olsun ya da ne kadar berbat bir teorik yaklaşım geliştiriyor olursa olsun, her halükârda, binlerce yıl boyu azımsanamayacak başarılar kazanmış devrim yolundan vazgeçmeyi vazediyor. Bunun, içinde yaşadığımız onyıllar bakımından nesnel bir karşılığı olabilir. Tarihin sarkacı anlayışını bir an izlersek, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin devrim sarkacından evrim sarkacına döndüğü söylenebilir. Öcalan, devrim sarkacında tuttuğu yer hatırına evrim sarkacının peygamberi olabilir. Ama o, yine ne olursa olsun, evrim sarkacıyla özdeşleşerek var olmaya cüret ediyor. Buradan ne Marksizm için geliştirici bir yol çıkabilir ne de tarihe yapıcı rol…
Lenin olmasaydı, Marx gibi bir dev, akademinin bile hatırlayacağı kuşkulu bir yazar olarak kaydolacaktı tarihe. Öcalan’ın bugünkü evrimsel düşünceleri hiç kuşku yok, devrim sarkacının süredurumsal tayin ediciliğiyle önem taşımaktadır. (Dolayısıyla bu düşüncelerin bizce soyut kendi başınalığı içinde önemsiz olmasının ne önemi olabilir ki.) O düşünceler, ne kadar aykırı olursa olsun, onları devrimci bir dinamik içinde yaşayan Hareket tarafından edinilmesiyle öne çıkıyor ve yarın da ancak bu bakımdan öne çıkabilir.
*
Öcalan, Marksizmin dünyayı sarsan fırtınalı devrimleri yerine ılık meltemli uğraşlar önermektedir. Ezilenlere Marksizm bu dünyada kudret sahibi olacaklarını söylerken, Öcalan boş hayallere kapılmamayı salık veriyor. Öcalan’ınki Marksizmin tarihsel sosyalizm deneyimlerine alternatif bir kurumlaşma değildir. O, kapitalist uygarlık ve bu uygarlıkla özdeşleşmiş devletlerin egemenlik alanlarında yaşam bahçeleri arayışındadır. Marksizm tümden yeni bir dünya yoluna her şeyiyle girmişken ve bu yolda epeyi mesafe kat etmişken, Öcalan kendine kapitalist dünya içinde yatay minik alanlar arıyor. Kapitalist uygarlığın ve bu uygarlığa yaslanan devletlerin nezaretine kalmış bir alternatif sistem teorisi olamaz.
Marksizmin teori bir yana tarihe −ve Çin ile öteki sosyalist ülkeler nezdinde gelecek beklentimize− en büyük katkısı, ezilenlerin ezen olabileceğini ve bu konumdan tarihi yapabileceğini geri dönüşsüz tarzda göstermesidir.
Sosyalizm deneyimleri Sovyetler Birliği ile birlikte tarihe karışsaydı bile çok büyüktü ve aldığımız derslerle birlikte, yolları yolumuzdu. Bir yenilginin yoldan dönmeye yol açmasına karşı da açıklamaları vardır Öcalan’ın bütünlüklü bulmadığı Marksist önderlerin.
Ama bir gelişme, Marksistlerin sosyalizm deneyimlerinin yoluna umutla girmesi için temel bir tutamak oldu. Çin sosyalizm deneyiminden söz ediyoruz. Biz buna sosyalizm deneyimlerinin ikinci dönemi diyoruz. Birinci dönemin yoluna girildi, mesafe kat edildi ama yolda kalındı. Çin, bu yolda epeyi sancılarla makas değiştirdi ve sosyalizm deneyimlerinin ikinci dönemi bugün bu ülke somutunda başarıyla sürmektedir. Marksizm, Çin nezdinde, Ekim Devriminin başından beri konulmuş olan, kapitalist üretici güçlere nal toplatacak bir üretici güçler hedefinin gerçekçi olduğunu nihayet gösterdi.
Çin deneyimiyle Marksizm kapitalizminkini aşabilecek bir üretim güçleri düzeyi olasılığını sonunda gerçek kılmıştır. Öcalan’ın, “sosyalizmi kapitalizmin hizmetine soktu”ğunu söylediği Çin, tam tersine, kapitalizmi sosyalizmin hizmetine başarıyla koşmuştur. Bugün Çin’de, kapitalizme özgü olmayan yüksek üretici güçlerin emareleri görülmektedir. Bunun ne büyük bir sıçrama olduğunu düşünmeye çağırıyoruz “Allah’ın delisi”ni.
Çin’de işaretleri görülen yüksek üretici güçler seviyesi, kapitalizmin doğayı tüketmesine Öcalan’ın da katıldığı geriye çekilerek nafile çözüm çabasını değil, ileri sıçrayarak, doğanın mahşeri tüketilmesine karşı gerçek bir olasılığı gündeme getirmiştir. ABD’nin Çin ile rekabeti, sığca anlaşılan dünya paylaşımına değil, ABD’nin ecel terleri dökerek gördüğü bu ihtimalden kaynaklanmaktadır. Çin’in çok yüksek verimlilikteki üretici güçlerle sağlayacağı öngörülen “ekolojik uygarlık” yönelimi bir fantezi olmaktan somut olarak çıkma eğilimindeyken, bu yönelimin kendisi, Öcalan’ın da içinde yer aldığı “eko-ekonomi”cilerin amatör heveskârlar olduğunu teorik olarak değil pratikte kanıtlayacaktır. Çin’in yaptıkları ve yapmayı öngördükleri, Öcalan’ın tamamen dışına çıkmayı yeğlediği Marksizmin sosyalizmin inşası yaklaşımı çerçevesindedir. Çin’in her başarısı Marksizmin başarısıdır.
Ancak, Çinlilere dediği gibi Öcalan da ilginç bir insandır kuşkusuz ve Çinlilerin “kapitalizm ve sosyalizmi birlikte uygulamaya çalışması”nı “Olabilir, düşünülebilir” sözleriyle değerlendirmesi, onun, Türkiye ve dünyadaki dar-Marksistlerinkinden çok daha geniş bir evrende olduğuna ve / veya “demokratik modernite”sinin olumsuz bir özelliğine dayanmasına işaret olabilir.
Bu büyük yol dururken, Batı uygarlığının terbiyeli asileri konumuna çekilmenin ne hükmü olabilir.
*
Öcalan, Marksizmin bu büyük tarihine girmeyi içinde bulunduğu özgül gereklerden dolayı reddettiği ölçüde Marksizmle giderek genişleyen bir mesafededir. Bu arada varsın, yenilgiyi özümsemiş ve zafere inancını bitirmiş çok sayıda sabık Marksist de ona katılsın. Kürdistan Hareketinin, çalkantılı gelişmelerin yaşandığı bölgemizdeki gelişmeler sonucu Marksizmin gösterdiği muzaffer yola girmesini ummak ve dilemek düşer bize.
Öcalan teorik olarak kuşkusuz Marksizm dışında. Fakat kendini Marksist ilan edenlerin büyük çoğunluğunun Marksizmle ilgilerini tam da Öcalan türü kestiği bir tarihsellikte, Öcalan’ın Marksizmle ilişkili konumunu pozitif edinim konusu yapmak için uğraşmak gerekiyor. Çünkü Öcalan’ın görüşleri, akademideki entelektüel yönelimlerden kategorik olarak farklı bir gerçeklikle, kan ve ateşle sürdürülen büyük bir mücadeleyle özdeş olarak ortaya çıkıyor. Bu politik gerçekle özdeşliğinden dolayı Öcalan’ın her görüşü kıyas kabul etmez şekilde önceliklidir.
Biz Marksizm softaları değiliz; Marksizmin mücadele dolu tarihi ve gününe adanmışlığımız veridir, ancak Marksizmin teorik ve politik niteliğini her aşamada açık bir tarzda sorgulamaya hazır olduğumuz için Öcalan’ın görüşlerini, herhangi bir doktriner Marksist konuma sığınmadan, eleştirebiliyoruz.
Sonuç: Sırtındaki devlet hançeriyle…
Öcalan “Kürtlerde gerçeklikten müthiş bir kaçış var” diyor. Bu, Giritli filozofa atfedilen “Tüm Giritliler yalancıdır” önermesindeki paradoksu çağrıştırıyor.
Ezilen bir topluluk olarak Kürtlerin gerçeği reddetmesi doğal duyu-düşüncedir. Ezen, gerçekle avantajlı ilişkilenmesi gereği onu reddetmez. Ezilen ise gerçek ile bulunduğu ilişkiyi kabul edemediği için gerçekteki eksiği ütopyayla tamamlar, gerçeğe ütopya karıştırır. Öcalan’ı Kürtler içinde müstesna bir Kürt olarak mı kabul edecek ve paradoksu böyle mi aşacağız?
Marksizm, ezilenler için tarihte ilk kez gerçekle tam bir ilişki kurmanın örneğini verdi. Öcalan, Marksizmin bu yönünü reddederken neyi reddetmiş oluyor?
Öcalan, Buda’nın “Sırtında hançer varken, evreni, dünyayı, aileyi, şöyle kutsamışsın, şöyle yorumlamışsın, şöyle hayaller kurmuşsun, bunların hiçbir değeri yok. Yapacağın tek şey sırtındaki hançeri çıkarmaktır” sözünden çok etkilendiğini söylüyor. Öcalan’ın sırtında devlet hançeri var ve o, hançeri çıkarmaksızın yok sayarak, −bu da bir yokluk değil midir Öcalan’ın anlam dünyasında!− Buda’nın nafile dediği her şeyi yapıyor.
Ama bir yandan da, her ölümlü gibi, kaba gerçeği kendine telkin ediyor. Çünkü görüş olarak idealizmi ne kadar güçlü savunursa savunsun hiçbir canlı insan tamamen idealist olamaz. Bön materyalizm gereği ayağı taşa takılır, karnı acıkır ya da sırtındaki hançerin acısını duyumsar. Öcalan, gerçekleşebilir gördüğü yakın gelecek öngörülerini anlatırken, “Bu toplantıyla hem görüşlerimizi geliştiriyoruz” diyor ve ekliyor: “… hem de acaba devlet ne diyecek?”
Öcalan, en soyut meselede dahi sırtındaki en somut hançeri gözetiyor: Acaba devlet ne diyecek? Böylece, Öcalan’ın yok saymacasının kendisi için geçici bir önlem olduğunu, ve sırtındaki hançeri her an duyumsadığını anlıyoruz: “Acaba devlet ne diyecek?”
Bu, Öcalan gibi bu topraklarda devletin karşısına yenişme kudreti ve gücüyle çıkmayı başarmış yegâne devrimci kişiliğin trajedisidir.