Ana SayfaKürsüSaraçhane: Yoksul Burjuvaların Ayaklanması

Saraçhane: Yoksul Burjuvaların Ayaklanması

Solcuların ekserisi için sınıf çözümlemesi yapmak tasnifçilik yapmakla eş değer: Beyaz yakalılar işçi mi, orta sınıf mı; KOBİ’leri nereye koyacağız; gençliğe bir toplumsal sınıfmış gibi muamele etmek Marksizmden sapmak değil mi vs. Tasnifçinin bütün derdi envanterini doldurmak. Mesele olanı anlamak ve açıklamak değil de hep ama hep iman tazelemek olduğunda bunca imana değdi mi, değer mi sorusu düşüyor akla ancak. Sonunda sütunlar ve satırlar doluyor; satırların ve sütunların gerçekliği bir daha, bir daha doğrulanıyor ve ama olan anlaşılamıyor.

Gezi’nin sınıfının bazılarınca işçi sınıfı ilan edilmesi böyleydi örneğin. Tartışmanın orta sınıfçı tarafı tasnif hususunda daha haklı olsa da onlarınki de sade ilericilikle, yaratıcılıkla, adaletle ilgili bir orta sınıftı ekseriyetle. İşçici taraf okumuş burjuvaların özgül çıkarlarını işçi sınıfı sözüyle boğmaya, orta sınıfçılarsa bu burjuvazinin kendiyle kurduğu ilişkiyi onunla ilgili gerçekliğin bütünü olarak sunmaya çalışıyordu. Sınıf tartışmasının beri yanında ise saf kentsel ayaklanma tariflerinden “estetik politik eylem”lere ve prefigüratif düşler ülkesinden masallara kadar bir dolu akademik makale, metin peyda oldu. Bir parktaki mecalsiz bir kütüphane simülasyonunun bildik bir yeniden üretim aracı olarak görülebildiği bir vasattaydı akademik âlem. Halbuki o kütüphane simülasyonu gündelik pratik bir işlev görmemekteydi aslında (hicap duyarak açıklıyorum bunu), ayaklanmanın anının işlevini görmekteydi. Revir gibi belirli olmazsa olmazlar dışında Gezi’nin prefigüratif alemindeki her bir “kurum”un, şöyle veya böyle, esas olarak ayaklanmanın ideolojisinin yeniden üretiminin araçları olarak görülmesi gerekiyor. Ancak Gezi’nin bahsettiğim şekilde çerçevelenmiş olması da Gezi’nin burjuvazisinin kendi ayaklanması üzerine verdiği, devam edip gelmiş bir savaşı gösteriyor. Sadece anın ideolojisinin sahipleri değil, o anın nasıl anlaşılması gerektiğini vaz edenler de burjuvalardır çünkü. Okumuş burjuvazinin bir sınıf olarak ayırıcı varlığını eğitim kurumuna borçlu olduğu düşünülürse şaşırtıcı olmasa gerek bu. Sungur Savran’ın da belirtmiş olduğu üzere[1], Gezi’nin belirgin Alevi yüzü solmuş, çerçevelemenin dışında kalmıştır örneğin, aslında ülke çapındaki bir vaka da ekseriyetle tek bir park üzerinden konuşulagelmiştir hep; çünkü bu burjuvalar Saraçhane’dekilerin aksine kendi tarihlerini yazabilmede mahirdir ve Gezi onların yazdığı, aktardığı gibidir de artık, bu gerçekliğin kabulüyle konuşmak gerekir. (Vakanın failiyle vakanın tarihini kazananın aynı olduğu bir örneği de Maraş Katliamı’nda görüyoruz. Orhan Gazi Ertekin’in belgelediği ve açıkladığı üzere[2] Maraş’ta direnenler sadece katliamın anı sırasında değil, sonrasında da direnmişlerdir; Maraş’ın solcuların-Alevilerin üzerine kalmaması için aylarca işkencede direnmiş ve kazanmış, tarihi kurtarmışlardır.)

Okumuş burjuvayla kast ettiğim, Alvin Gouldner’ın “kültürel burjuvazi” demiş olduğu sınıf.[3] Yeni Sınıf teorisyenleri de Marx gibi öngörülerinde yanılmakla meşhur olsalar da açmış oldukları alan, örneğin Saraçhane’yi ve Gezi’yi anlamak bakımından hâlâ kıymetlidir, çünkü sınıf analizinin bilgi tekeli üzerinden iktidar ve ayrıcalık iddialarına uygulanmasına olanak verir.[4] Gouldner’ın eğitim sermayesiyle, eğitsel beratlarla ve profesyonalizm/meritokrasi ideolojisiyle tanımladığı Yeni Sınıf’ı kavramsallaştırma biçimi sadece yakın zamanda memlekette ikidir alanlarda savaştığını gördüğümüz diplomalıların çıkarlarını anlamak bakımından değil, bu kimselerin (kuşkusuz yine bu çıkarlarla ilişkili olarak) neden uzak sayılmayacak bir zamana kadar hep dönüştükleri şeye, yani profesyonel devrimciye dönüşmediklerini sorabilmemiz bakımından da önemli. Bu bir yanıyla da Leninizme ne oldu meselesi.

Gezi’de farklı, Saraçhane’de farklı bir okumuş burjuva damgası görülüyor. Adalet istekleri ve ilericilikleriyle ekonomik çıkarlarının ezelden bir mühürle bağlanmış olması bakımından iki ayaklanma birbirine benzemekle birlikte Saraçhane’de Gezi’de olduğu gibi örgütsel ifadesi Taksim Dayanışması olan profesyonellerin damgası değil, yoksul burjuvaların izi vardı. Daha lümpence ve politik doğruculuk kaldırmayacak sahneleri daha fazla olan bir ayaklanmaya, daha barbar burjuvalara tanık olduk.

Saraçhane burjuvalarının sıkıntısı burjuvalıklarını realize edemiyor olmaları. Aldıkları eğitim onları zihniyet düzeyinde burjuvalara çeviriyor ama nasıl burjuvalar ki bunlar ceplerinde para yok, işleri yok (veya düzensiz) ve evleri yok, aileleriyle yaşıyorlar! Elias, Mozart için “yoksul burjuva” diyordu. Mozart sanatın hâlâ hamilikle döndüğü bir konjonktürde serbest çalışan sanatçı olmayı denedi, ancak burjuva sanatçılığını realize edemiyordu, bunu destekleyecek bir kurumsallık yoktu çünkü ortada.[5] “Saraçhane gençleri” de yoksul burjuvalardır; özerktirler, her şeyden çok özerklik ister ve en çok özerkliği överler, çok ama çok bağlı olmalarından ileri geliyor olsa gerektir ama bu. Bu özerklik iyi bir hayatla realize olmaz, böyle kimi zaman coşkun ve de keyfe keder bir enerjiyle realize olur ancak. Mozart’ın başı sivil toplumun gelişmemişliğiyle dertteydi, bahsettiğimiz burjuvalar genişlemiş ve yoğunlaşmış bir sivil toplumun yerini bulamamış parçalarıdırlar.

Bu kimseler pratik burjuvalar olmak istiyor ama olamıyorlar. İşçi sınıfı sivil topluma çok daha yapışmış, işçiler ayaklarını burjuva toplumun toprağına daha sağlam basıyor görünüyor. “Cahiller” de “mitingciler” de hasım oluyor işte bu nedenle okumuş burjuvaların gözünde; onlar ayaklarını ne kadar sağlam basıyorsa yere, burjuvaların ayakları toprağa o kadar basmıyor oluyor. Zaten bir ağırlıkları da yok pek, göğe ağmaları zor olmuyor; zira eğitime yapılan yatırım semeresini vermiyor, utanç ve toplum dışılık duygusu olarak geri dönüyor yalnız ve ne marifetli özerkliktir ki sahip oldukları, öznelliği ancak bir başkasının özneleşmesinin aracısı oluyor; CHP’den bahsediyorum kuşkusuz.

CHP bir zamandır Türkiye’nin en solcu partisi. Bu, CHP gibi bir partinin beklenmeyecek bir performans gösteriyor olması bakımından övülesi bir şey, solculuğun sınırlarını göstermesi bakımından ise olumsuz. CHP çok kısa bir süre içinde, ortalama bir sosyalistin siyaset deyince aklından geçenleri bu kimselerin hayal dahi edemeyecekleri bir genişlik ve yoğunlukta tatbik etmiş ve etmektedir; Özgür Özel’in deyimiyle il il “tematik mitingler” ve kampanyalar düzenlemekte ve bir siyasi teşhir faaliyeti yürütmektedir. Ancak mevcut durumda solculuğun fayda vermesi elbette ki mümkün görünmemektedir. Bu solculuğun muhtemel yenilgisi, DEM Parti’nin mevcut durumu da hesaba katıldığında, söz konusu kuvvette bir solculuğu hayallerinde dahi göremeyecek olanların alt kültürel cemaatinin yaşayabilirliğinin tehlikeye düşmesini de beraberinde getirebilir.

Okumuş burjuvanın çıkarı, konumu ve düşünce olarak Leninizm

Peki kültürel yahut okumuş burjuvazi kavramını kullanmak ne işe yarıyor tasnifçiliğin ötesinde? 1) Ücretlilikle işçiliği birbirine karıştırmış olmuyoruz, böylece işçilerden daha sefil koşullarda çalışan ve/veya işçilerden daha yoksul kitlelerin de nasıl işçiye ve işçiliğe hasım özneler olarak varlıklarını ortaya koyabildiğini görüyoruz. “Muhafazakâr vatandaşlarımız”ın sokak röportajlarında ağızlarına sakız ettikleri “gençler iş beğenmiyor” cikleti bu bakımdan aydınlatıcıdır. Gençler işçilerin yaptıkları işleri beğenmemektedir. Bu kimselerin ücretli yahut işsiz olmalarının, sınıflarının kurucu ideolojisinden (liyakat, meritokrasi, profesyonalizm) ayrı düşünülmesinin olanağı yoktur. 2) Gouldner, Poulantzas gibi meselenin kalbine değer gibi olup sonra muhtemelen ortodoksluk kaygısıyla geri adımlar atmaktansa kamusal eğitimin bu burjuvazinin oluşumundaki kurucu rolüne vurgu yapar. Poulantzas sonunda dönüp dolaşıp devlete ve devlet eğitimine yeniden üretici bir rol biçer yalnız[6] (bunun onun deyimiyle “yeni küçük burjuvazi”nin oluşumundaki belirleyici rolünü teslim etse de). Öyleyse orta sınıfçılar ve merkez çevreciler devletin sınıf yaratabildiği konusunda da haklıdırlar. Dolayısıyla “aklını şaşırmış”, “yanlış bilince esir olmuş” bir işçi sınıfı fraksiyonuyla karşı karşıya değiliz, işçi sınıfıyla ve kapitalistlerle kurdukları ilişkiye eğitimin ve onun ideolojisinin damgasını vurmuş olduğu bir sınıfla karşı karşıyayız. Korkan Poulantzas’ın da teslim etmiş olduğu üzere, işçi sınıfıyla bağlantısı özelinde, kafa-kol emeği ayrımı üzerine kurulu bir ilişkiden söz ediyoruz. Bugün sorun kafa emeğinin vasat formlarının neredeyse hiçbir değer taşımıyor olmasıdır. Ancak kafa emeğinin hükümran özgüllüğü ideolojisinin yıldızının sönmemiş olduğu bir vaziyette gerçekleşmektedir bu. 3) Kültürel burjuvazi kavramsallaştırması Leninist öncü partiyi ve onun bugünkü imkânsızlığını anlamak bakımından da önemlidir. Böylece Marksizmin bir işçi sınıfı hareketi olmadığını, bileşenleri olan bir hareket olduğunu görmek mümkün olur. Ve bu hareketin biçimlendiricileri de burjuvazi olmuştur her zaman. Bu bakımdan Marksizm sahiden de bir aydınlar sosyalizmidir. Buradan kalkarak şu soru sorulabilir: Bu gençler neden öncü değildir, neden öncü olmaya niyetli bile değildirler?

Gençler genişlemiş ve yoğunlaşmış bir burjuva toplumunun içindedirler ve çok geçmeden sönen etkililik ve hareketlilikleri de bu burjuva toplumun yüzergezer unsuru olmalarından kaynaklanmaktadır. Zayıflıkları olan örgütsüzlükleri böylesine coşkun olabilmelerini sağlayan bir güçtür de beri yandan. Bir daha vurguluyorum, yoksul burjuvalardır bu insanlar. Marx proletarya için sivil toplumun içinde ama onun parçası değil demişti, yoksul burjuvazi ise sivil toplumun has evladı ancak onun tam olarak içinde değil. Onların hali işçilerden de beter, kimsenin ihtiyaçları yok kendilerine. Bu bakımda Saraçhane, eğitim kurumlarının ürettiği bir dolu mamul malın meydanlara toplanıp “Bizi satın alın” demesidir de, “bizi istediğimiz şekilde ve istediğimiz fiyattan satın alın.” Ve adalet tutkularıyla alıcı isteklerini birbirinden ayırmak mümkün değildir bu insanların, bu bakımdan liyakat aynı çıkarın anda birbirinden ayrılması mümkün olmayan yüzlerinin ikisine de işaret edebilmesi bakımından düşünülmesi gereken bir kavramdır. Dindar yoksullar hamisini bulmuştu uzun bir süredir, şimdi yoksul burjuvalar hamilerini aramaktadır. Ancak hamilerine surat asarak, onu beğenmeyip durarak yapmaktadırlar bunu.

Özerklik yoksul burjuvazinin de profesyonel “abi ablaları”nın da düsturudur. Onlar sadece istediklerinde isyan ederler. Çok fazla anda oldukları söylenebilir. “Enver, Talat, Cemal” diyenler, Kuvvacılık edenler de bu anlamda prefigüratif, özgürlükçü solculuk dahilinde düşünülebilir rahatlıkla. Örgütsüz bir Kuvvacılık olmaz. Yoksul burjuva hem örgütten hem de en yakınındakilerden özerktir; sayesinde yaşanılan aile geri, lanet bir finansör olarak görülür, manevi ilişkiler ise arkadaş çevresine kaymıştır ama bu arkadaşlık ilişkileri de her derin ilişki için kaçınılmaz olan belli bir feda zihniyeti ve geçmişinden yoksundur. İstediklerinde arkadaş olurlar. Huzursuzlukları ifadesini devamlı surette kendilerini sergileme reflekslerinde bulur. Ortalama bir aktivistin gözetmesi gereken birçok sorumlu davranışın lafı dahi edilmez bu nedenle. Her bir şeyler meydanda, reelslerde, ekranlardadır. Derleyip toparlamak, yol göstermek anlamında değil de (illa öncü denecekse) bilmeden katalizör olma konusunda öncüdürler.

Ancak bunlar büyük bir nesnellikle okunmalı, anlaşılmalı. Saraçhane’nin hayrı Saraçhane’nin zayıflıklarından ayrı değildir. Ancak mesele kazanmakta, daha doğrusu kazanma ihtimalinde tıkanıp kalmaktadır. Ek olarak Saraçhane’dekilerin Gezi burjuvazisinden farkı, özerklik ideolojilerini başı sonu belli bir hikâye olarak dayatabilecek her türlü yerleşiklikten mahrum olmalarıdır. Bunca dayanaksız bir sınıfın kendini bir siyasi sınıf olarak kurması ihtimal dahilinde görünmemektedir. Çeşitli düzeyleri ve formlarıyla minör siyasetin baskınlığı gündelik dünyadaki dayanaksızlıkla birleşmiştir. Minör siyasetin on yıllar boyu süregelmiş ve devam eden güçlü etkisi ve burjuva toplumun yoğunlaşmasının işçilere de burjuvalara da getirmiş olduğu uyuşukluğun, zihinsel ve/veya kurumsal içerilmenin yanında kimselerin yönünü kendilerine çevirmeyeceği kadar kimsesiz ve varlıksızdırlar. Bu bakımdan “Saraçhane gençleri”nden Leninist öncüler çıkmak bir yana son zamanlarda yeniden (elbette eskisi kadar olamasa da) çok okunduğu görülen Avcıoğlu çizgisinde öncüler de çıkmayacaktır. Marksizm bir siyasi harekete dönüşememektedir. Burjuva bireyliğe meyli olmayan işçi sınıfı garantili bir konumu olmasa da burjuva toplumun bir parçası olmuştur; burjuvalığa bunca meyli olup zihnen muazzam derecede angaje olmuş olanlar ise burjuva toplumun lüzumsuz adamlarıdır. Birilerinin ayakları yere sağlam basmakta, diğerleri ise havada süzülmektedir. Ama herkese bir yer vardır işte genişlemiş ve yoğunlaşmış burjuva toplumda, bütün o geçim krizine rağmen herkesin bir şekilde halinden memnun olmasını da bu bakımdan düşünmek gerekir. Leninizme kimsenin ihtiyacı yoktur, bu bakımdan Leninizm haklılığını gerçek hayatta kanıtlaması mümkün olmayan bir düşüncedir ve belli ki uzun bir süre de ancak bir düşünce olarak varlığını koruyabilecektir. Has Leninist düşünce ise başta Leninizmin maddi olanaksızlığıyla ilgilenecek düşünce olsa gerektir, bu bakımdan Leninizm güçlerin dünyasında en fazla incelikli bir jest olabilir ancak (çalışılmış bir Leninist düşünceden bahsediyorsak elbette). Leninizmin kendi başına bir düşünce olarak anılabilmesi Leninizmin bir güç olarak mevcut olmadığına, olamadığına işaret etmektedir zaten.

Adalet ve para arzuları birbirinden ayrılamaz

Bilimsel araştırma namıyla dolaşıma sokulan raporlar, anket sonuçları Gezi hakkında nasıl bir şey söylemiyorduysa Saraçhane ayaklanması konusunda da neredeyse hiçbir şey söylemiyor. Genelde kendilerinin keyfe keder belirledikleri yanıtlarla denekleri manipüle ederek zaten akıllarındaki veriyi bulmaları bir yana bu verilerin ne söylediklerine, birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduklarına dair de hiç ama hiçbir şey söylemiyorlar. Örneğin Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün Ankara’daki protestocularla görüşerek gerçekleştirdiği çalışmanın sonuçlarından gençlerin yarıdan fazlasının yüksekokul ya da üniversite öğrencisi olduğunu, yüzde 54,3’ünün Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli problemi olarak “adalet”i gördüğünü, eylem motivasyonlarının iki sebebinin “gelecek kaygısı” ve “hükümetin anti-demokratik uygulamaları” olduğunu ve gençlerin büyük çoğunluğunun Atatürkçü ve milliyetçi olduğunu okuyoruz.[7] İşçiciler geçim kaygısından başka bir şey bilmiyor, orta sınıfçılar adalet ve liyakatin saflığına vurguda bulunuyor, steril araştırmalar ise o da var, bu da var diyor.

Mesele şudur: Okumuş burjuvazide adalet arzusu ve (işçilerin yapmadığı türden) bir işe kavuşup önemli bir gelir elde etme arzusu birbiriyle canlı ve içsel bir ilişki içindedir. Türkiye için bu, meritokratik gelir iddiası ile (sekülerliğin, kişisel özgürlüklerin rengini verdiği) Kemalizm arasındaki ilişkidir. Kemalizm gelir iddiasının bir bahanesi değildir, o da bizzat mevzubahis gelir iddiası gibi eğitim yoluyla tevarüs edildiğinden kaynakları da aynıdır bunların ayrıca. Bu iki veçhe söz konusu burjuva tipinde birleşik olarak mevcuttur.

Bu noktada Foucault’nun İran Devrimi üzerine en iyi dille “fazla heyecanlı” diyebileceğim entelektüel müdahalelerinin parçası olan bir yazıdan uzunca bir alıntı yapacağım; ilgili bağlamda Şiilik üzerine şunları yazar Foucault: “Şiilik, başka sözcük bulma becerisinden yoksun birilerinin emellerini nakletmek için kullanmak zorunda kaldığı basit bir kelime dağarcığından çok daha fazlasıdır. Bugün ve geçmişte defalarca, sade halkı harekete geçirir geçirmez siyasi mücadelenin kavuşmuş olduğu biçimdir Şiilik. Hoşnutsuzuk, öfke, sefalet, çaresizlik biçimlerinin binlercesini bir güce dönüştürür. Bu biçimleri bir güce dönüştürür, çünkü kendisi bir ifade biçimidir, bir toplumsal ilişki kipidir, esnek ve kabul gören temel bir örgütleniştir, birlikte olmanın bir yoludur, dinlemenin ve konuşmanın bir yoludur, ayrıca insanın başkaları tarafından dinlenmesini ve arzuladığı şeyi başkalarıyla birlikte arzulamasını mümkün kılar.”[8] Saraçhane bağlamında da Kemalizm ve laiklik için aynısı söylenebilir. Ne kokmaz yapışmaz bir kültür analizi ne de maddi, çok çok maddi çıkarların sayılıp dökülmesi açar yolumuzu. Laiklik geçim derdinin bir örtüsü değildir Saraçhane’de, bu örtüyü kaldırdığınızda saf bir geçim derdi bulamayacaksınız, çünkü failler nezdinde bunlar birbirinden ayrılamaz (Amacımın biyolojik varlığımızı toptan redde giden bir kültürelciliğe kapı aralamak olmadığını söyleyeyim).

Evrensel değerler mi, İmamoğlu mu?

İmamoğlu “Mesele CHP değil Türkiye” diyor. İmamoğlu söylemesi ve söylenmesi gerekeni söylüyor. Biz ise meselenin İmamoğlu meselesi olmadığını, meselenin evrensel birtakım ilkeler, adalet ve Türkiye meselesi olduğunu söylüyoruz. Ama bugün mevcut rejim her şeyiyle Erdoğan’ın ismi ve bedeninde atıyorsa muhalefet de tüm o evrensel değerler de İmamoğlu’nun ismi ve bedeninde atmaktadır. Ve o bedendeki ağız zaten Türkiye diyor.

Özgüllükten bir korku var hep. Hep büyük şeylerin peşine düşme arzusu var, sözüm ona küçük şeylere gönül indirmeme tavrı yaygın. Bunun abartılı bir örneğini Demir Küçükaydın’ın Gezi henüz yaşanmaktayken yazmış olduğu bir yazıda görmek mümkün. Burada Küçükaydın tüm tikel taleplerden vazgeçilmesini salık veriyor ve bayrak olarak da isyancılara “kapsayıcı” beyaz bayrağı öneriyordu.[9] Hatalı bir evrensellik anlayışı böyledir işte, sonunda öyle evrensel bir bayrağınız olur ki etten kemikten kimse zahmet edip de altında durmaz. Gülünç bir evrenselliktir bu, adına utanılabilir ancak. Oysaki evrenselliğin hayret edilesi bir şey olması beklenir. Ancak şaşırmamak bir refleks halini almış durumdadır.


[1] Sungur Savran, “The Gezi Popular Rebellion: A Critical Evaluation”, Gezi at Ten: Domination, Opposition and Political Organization (ed. Ozan Siso, Ufuk Gürbüzdal, Eren Karaca) içinde, Brill, 2024.

[2] Maraş Katliamı: Vahşet, Direniş ve İşkence (der. Orhan Gazi Ertekin), Dipnot Yayınları, Ankara, 2023.

[3] Alvin W. Gouldner, Entelektüelin Geleceği, çevirenler: Ahmet Özden – Nuray Tunalı, ETİ Kitapları, İstanbul, 1993.

[4] Ivan Szelenyi ve Bill Martin, “The three waves of New Class theories”, Theory and Society 17, 1988, s. 646.

[5] Norbert Elias, Mozart: Bir Dahinin Sosyolojisi Üzerine, çeviren: Yeşim Tükel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2000.

[6] Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, çeviren: David Fernbach, NLB, 1976, s. 28. Devlete özgül rolü olarak yeniden üretimi atayan Poulantzas, Leninist partinin özgül rolü olarak da devrimci teorinin üretilmesi yoluyla proleter ideolojinin sistematize edilmesini, ayrıntılandırılmasını atar (s. 31) ki bu, Leninizmden hiçbir şey anlamamak demektir.

[7] “Araştırma: Gençler neden protestolara katılıyor, talepleri ne?”, Medyascope, 28 Mart 2025 (Erişim Tarihi: 6.9.2025).

[8] Michel Foucault, “Tahran: Şaha Karşı İman”, Janet Afary ve Kevin B. Anderson, Foucault ve İran Devrimi. Toplumsal Cinsiyet ve İslamcılığın Ayartmaları içinde, çev. Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2012, s. 257-8.

[9] Demir Küçükaydın, “Gezi Hareketi’nin Sorunları”, Gezi, İsyan, Özgürlük: Sokağın Şenlikli Muhalefeti içinde, derleyen: Kemal İnal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar