Çinli Akademisyenlerin Tartışması

Çeviri: Kamuran Kızlak
Sunuş
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 2017’de düzenlenen 19. Ulusal Kongresi’nde Xi Jinping’in (Şi Cinping) kullandığı “Çin Bilgeliği” kavramı ÇKP, entelijansiyasında Çin tarihine olan ilgiyi artırdı. ÇKP’nin Çin tarihiyle kavgalı olmadığı; aksine, eski Çin tarih-kültürünün bıraktığı mirasla gurur duyduğu bilinen bir gerçek. Fakat son on yıl içinde yükselen tarih ilgisinde başka bir yönelim göze çarpıyor: Konfüçyüsçülüğü bir şekilde (Çin’e özgü) Sosyalizm ile kaynaştırmak, uyumlaştırmak. Şayet başarılı bir sonuca ulaşabilirse, belki de “Çin’e özgü sosyalizm”in yeni bir anlayışı diyebileceğimiz bir sentez ortaya çıkabilir. Aşağıdaki çeviriye bir giriş-hazırlık olarak Marksist Konfüçyüs başlıklı yazının okunmasını tavsiye ederim.
Sosyalizm modern Çin’e bir yabancı düşünce olarak Japonya’dan girdi ve muhteşem bir olay haline geldi. Konfüçyüsçülüğün evrensel uyum, eşitlik, etik, ahenk ve yurtsever kişilik ilkeleri sosyalist düşüncenin Çin’e tanıtılmasında önemli rol oynadı.
Sosyalist düşüncenin Çin’e girişi, kapitalizmin ve emperyalist işgalin neden olduğu toplumsal çöküşe tabandan gelen bir yanıttı. Dünyayı düzenlemeyi, yönetmeyi ve insanlara yarar sağlamayı amaçlayan bir disiplin olarak Konfüçyüsçülüğün, günümüz toplumunu saran ekonomik küreselleşme karşısında olumlu bir karşılık vermesi ve sosyalist değerleri yeniden tanıtması mümkün müdür? Sosyalizm, Konfüçyüsçülüğü toplumsal ve kültürel temel olarak alan Çin için ne ölçüde içsel bir olgudur? Günümüzde bu tür konuların yeniden araştırma ve tartışma konusu haline geldiği görülüyor.
Bu konu, 31 Ekim – 1 Kasım 2015 tarihleri arasında Guangzhou’da düzenlenen “Konfüçyüsçülük ve Sosyalizm” temalı forumda ele alındı. Aşağıdaki metin forum kayıtlarına dayanarak derlenmiştir.
Metnin orijinalinde, Çinli okura seslendiği için dipnot yoktur. Okuma kolaylığı sağlamak amacıyla dipnotlar tarafımdan eklenmiştir.
Kamuran Kızlak
Zhang Xiaojun: Konfüçyüsçülük sosyalizmle nasıl ilişkilendirilebilir?
Bu forumun konusu olan Konfüçyüsçülük ve sosyalizm hakkında ne ve nasıl düşünmemiz gerektiği konusuna geri dönmek istiyorum. Elbette, buna dayanarak Çin’in nasıl bir yol izleyebileceği sorusu da var.
Konuşmamda “sivil yönetimin canlanması”ndan bahsettim. Konfüçyüsçülüğün aslında iki seviyesi vardır. İlk seviye, değer seviyesi olan Konfüçyüsçülüğün “wen”idir(1) ve diğer seviye ise yönetimin “zhi”sidir.(2) Bu iki seviye sosyalizmle nasıl ilişkilendirilebilir? Farklı dönemlerdeki Konfüçyüsçüler farklı toplumlarla karşı karşıya olduğundan, Konfüçyüsçülüğün önerdiği yönetim fikirleri veya belirli ritüellerin her dönemde aşılması yönetim açısından gerçekten zordur. Karşı karşıya olduğumuz toplum, kapitalizm, bireycilik ve tabii ki sosyalizm de dahil olmak üzere hiçbirisi Konfüçyüsçülüğün karşılaşmadığı olgulardır. Bu yüzden, sadece Konfüçyüsçülük transplantasyonu yaparak günümüz toplumuyla veya sosyalizmle yüzleşmek mümkün olmayabilir. Çok sayıda Konfüçyüsçü akademinin varlığını ve Konfüçyüsçülüğün çok güçlü olduğunu görüyoruz.
Konfüçyüsçü bilginler, sosyal reformlar gerçekleştirmek için büyük bir güce sahipti. Dahası, Konfüçyüsçülük uzun zamandır ülkenin ana akım ideolojisi olmuştu. Sivil yönetimin yeniden canlanmasıyla ortaya çıkan toplumsal devrim ve aydınlanma Jiangnan bölgesine ekonomik bir “Çin merkezi” havası getirmiş olsa da, nihai sonuç yine de Çin’in tarihi geri kalmışlığı ve birçok konuda küçük görülme olmuştur (Jiangnan, pirinç, çay, ipek ve porselen gibi oldukça kârlı ticaret ürünleri üretse de, endüstri ve toplumsal anlamda geri kalmışlığından bahsediyor. Çevirenin notu). “Wen” ve “zhi”nin iki seviyesinden, Konfüçyüsçülüğü toplumsal yönetim için kaynak olarak kullanmak mümkün müdür? Yoksa Konfüçyüsçülük zamanları aşabilecek bir değer sistemine mi sahiptir? Konfüçyüsçülük günümüz toplumunun gelişimine ve insanların ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayabilir? Burada birkaç yüzeysel görüşü paylaşmak istiyorum:
İlk olarak, Konfüçyüsçülük doğalcı bir aşkınlığa sahiptir. Konfüçyüsçülüğün özü toplumsal düzen yaratmaktır, “düzen” çalışmasıdır ve gökyüzünün ilkelerini izler. Gökyüzünün ilkeleri çeşitli -izmleri aşabilen ve sonsuza dek sürebilen evrensel değerlerdir. Konfüçyüsçü natüralizm basitçe doğa değildir; doğadadır, doğal yasaların kavranmasının üstündedir. Doğaya saygı duyar ve doğadan daha üstündür. Konfüçyüsçülüğün değer yöneliminden bakarsak, hem kapitalizmi hem de sosyalizmi aşan bu düzey için çok imkân olduğunu düşünüyorum. Gökyüzünün ilkelerine ve insan ile doğanın birliğine geri dönmek her -izm için çok önemlidir. Konfüçyüsçü düşünce, herhangi bir -izm’i insan ve doğanın birliği kuralına geri döndürmemize yardımcı olabilir. Bu bağlamda, Konfüçyüsçülük değer rasyonalitesi ve araçsal rasyonaliteye sahiptir. Çağdaş kapitalizm doğa görüşünden fazlasıyla sapmıştır, örneğin aşırı arzuları tatmin etmek için doğal kaynakların vahşice sömürülmesi ve doğaya saygı eksikliği. Diğer -izm’ler de bu konuda muhtemelen aynı durumdadır. Bu nedenle, Konfüçyüsçü natüralizmin yorumlanması, çeşitli -izm’lerin doğa fikri ve değerlerine geri dönmesini sağlayabilir.
İkincisi, Konfüçyüsçülüğün birçok değeri doğadan gelir. Ancak, doğayla sınırlı değildir; doğadan aşkındır. Buna Konfüçyüsçü hümanizm denebilir. Örneğin, evlat sevgisi doğal bir ilişkiden toplumsal bir ilişkiye dönüşür. Hayvanların yavrularıyla ilişkisi yukarıdan aşağıya doğrudur; yavrularını yukarıdan aşağıya doğru büyütürler (yani büyükler küçükleri-yavruları büyütür. ç.n.). İnsanların ebeveynleri ile evlatlık ilişkisi ise aşağıdan yukarıya doğrudur (yani küçükler büyüklere evlatlık yapar. ç.n.). Bu düzen insan etiğidir. İlişki sadece yukarıdan aşağıya doğru olursa, toplum olmaz, bir araya gelme olmaz; sadece dağılma olur. Bir topluluğun kurulması, bir araya gelmesi için “değer” gereklidir. Aşağıdan yukarı doğru ataya saygı ve evlat sevgisi kavramı çok önemlidir. Aksi takdirde aile, klan veya toplum olmaz. Ataya saygının arkasında dikkat etmediğimiz bazı şeyler var: Örneğin ailenin önemi basit bir sosyal yapı olmasından gelmez. Son araştırmalarımız, Dünya Bankası’nın Çin’deki yoksullukla mücadele projelerinin mikrofinansmanda çok başarılı olduğunu buldu. Diğer ticari mikrofinansman projelerinin aksine, Çinliler bir “yuva-yurt” kavramına sahiptirler. Yani, herkes bir ailedir. Bunun ardındaki derin kültürel mantık, “ortak mülkiyet” kavramıdır. Çünkü herkes bir ailedir ve bir ailenin mülkiyeti basitçe bölünemez. Herkes zorluk ve mutluluğu paylaşır. Ayrıca, herkes için eşitlik aslında doğa yasalarına aykırıdır. Çünkü “her şeyi eşitlemek” veya doğadaki “her şeyi eşitlemek” imkânsızdır. Tam eşitlik veya eşitlik hiçbir düzene yol açmayacaktır. Herkes için eşitlik, doğa yasalarını aşan bir toplumsal değer yönelimidir ve insan “bireyciliği”ne dair bir kavramdır. Dünyada bireyciliği iyi bir şey haline getirebilecek hiçbir “-izm” yoktur. Konfüçyüsçü bireycilik kavramı, herkesi gözetmek ve herkesi iyi bireyler yapmak anlamı taşır.
Üçüncü olarak, Konfüçyüsçü kültürelcilik ve bireysel-içsel yönetim fikrinden söz edeceğim. Kültürelcilik, Konfüçyüsçü kültürün yönetilmesini ifade eder. Bu, iktidar anlamında bir yönetim değil, kültür yönetimidir. Zihni düzeltmekten-hatalarını düzeltmekten ve benliği geliştirmekten aileyi düzenlemeye, ülkeyi yönetmeye ve dünyaya barış getirmeye kadar uzanır. Bunun özellikle önemli bir yönetim fikri olduğunu düşünüyorum. Günümüz dünyası, Batı demokratik yönetimi de dahil olmak üzere, tamamen iktidar anlamında yönetimle ilgilidir. Demokrasi ne içindir? Demokrasi aslında gücün-iktidarın işleyiş sorununu çözmek ve güç yoğunlaşmasının sınırlandırılması sorunuyla ilgilenmektir. Konfüçyüsçü yönetimin özü, birçok kavram bugün sınırlı ve hatta olumsuz anlam taşısa da, basitçe kültürelcilik olarak sınıflandırılabilecek bir şeyler kümesidir. Kültürel anlamda demokrasi, toplumsal ahlaki bir demokrasidir. Konfüçyüsçülük, güç yönetimini-iktidarı nispeten önemsizleştirir ve bu nedenle radikal devrimi savunmaz. Konfüçyüsçülük, kültürel bir devlet kurmayı umar. Geertz’in “Negara: 19. Yüzyıl Bali’sinde Tiyatro Devleti”(3) adlı çalışması, bir kültürel devlet biçiminden bahseder. Konfüçyüsçülük, yönetimi kültürel özüne geri döndürür. Zihni yanlışlarını gidermek-düzeltmek, benliği geliştirmek, aileyi düzenlemek, ülkeyi yönetmek ve her bireyden başlayarak, düşünce ve etikle dünyaya barış getirmek amacı taşır.
Son olarak, Konfüçyüsçülük insanlık için kaygı taşır ve bu kaygı insan gelişiminin temel kavramlarıyla da uyumludur. Örneğin, “adalet” herkes için eşitlik anlamına gelir; “sürdürülebilirlik” insan ve doğanın birliğini vurgulamak ve insan ve doğa arasındaki ilişkide insan merkezciliğe (beşerperestlik) karşı çıkmak anlamına gelir; “kapsayıcılık” Çin’de yakın zamanlardaki kapsayıcı ekonomi ile aynı anlamdadır; “hoşgörü” büyüklük anlamına gelir; “simbiyoz (ortaklaşa var olma, ortakyaşam)” paylaşmak anlamına gelir ve herkese ait olan, paylaşılan bir dünya sosyalizme daha yakın olabilir.
Konfüçyüsçü kültür bugün de ayakta kalabilmesini, yukarıda dört özellik olarak özetlenen − Konfüçyüsçü natüralizm, hümanizm, kültürelcilik ve insan gelişimi kavramı− doktrin veya kavramlara dayanmasına borçludur. Elbette, bu temel değerleri kabul etmek, Konfüçyüsçü öğretinin her ifadesinin veya uygulamasının makul olduğu anlamına gelmez. Ancak bu değerler her durumda, özellikle günümüz Çin toplumu için gereklidir. Bu değerler, aynı zamanda, sosyalizm de dahil olmak üzere her doktrinin sahip olması gereken ve uzun süre varlığını sürdürebilmesinin temelini oluşturan değerlerdir.
Yao Zhongqiu: “Konfüçyüsçülük Sosyalizme Ne Getirebilir?”
Son 100 yılda, Konfüçyüsçülük ve sosyalizm arasındaki ilişki hep çok karmaşık oldu. Bunu basitçe üç aşamayla özetleyebiliriz. İlk aşama, Dr. Li Changchun’un söylediği gibi, sosyalizmin ilk kuşağı ile Konfüçyüsçülük ileri derecede yakınlığa sahipti. Ancak ikinci aşamada bu ilişki çok değişti. Bunun nedeni, yerleşik sosyalizmin şiddetli bir Konfüçyüsçülük karşıtı tavır almasıydı. Bu da Konfüçyüsçülüğün bu aşamada anti-sosyalist bir tavır almasına neden oldu. Hong Kong ve Tayvan’daki yeni Konfüçyüsçülüğün durumuna baktığımızda, liberalizmle iletişim kurmaya kararlı olduğunu görebiliriz.
Üçüncü aşama şimdi yaşanıyor. Son 30 yılda Çin’in politik ve kültürel sahneleri büyük değişimler geçirdi. Bir yandan, yerleşik sosyalizmin sosyal yönetim modeli büyük zorluklarla karşılaştı. Aynı zamanda, ideoloji açısından da zorluklar yaşadı. Böyle bir politik durumda, birçok arkadaş Konfüçyüsçülüğün sosyalizmle iletişim kurup kuramayacağını düşünmeye başladı. İster politik bir bakış açısından ister ideolojik bir bakış açısından olsun, bunun çok büyük bir değişim olduğunu düşünüyorum.
Açıkçası, Konfüçyüs sosyalizminin başarılı olduğunu görmek beni mutlu ediyor. Çünkü ben de bir Konfüçyüsçü akademisyenim. Herhangi bir Konfüçyüsçü düşünce veya toplumsal yönetim modeli başarılı olduğu sürece mutluyum, hatta Konfüçyüsçü bir feminizm bile…
Ancak Konfüçyüsçü sosyalist teorinin oluşumu ve pratik olabilirlik için hâlâ bir karar verilmesi gerektiğini düşünüyorum: Konfüçyüsçülük ile sosyalizmin hangisi kök ve hangisi son, hangisi önce ve hangisi sonra? Kendi bakış açıma göre, elbette, Konfüçyüsçülük temel olmalı. Böyle bir karar verilirse, Konfüçyüsçülük sosyalizme birçok iyi şey getirebilir. Çinli akademisyenler Çin tarzı ve Çin biçimiyle evrensel geçerliliğe sahip çok anlamlı bir sosyalist teorik sistem geliştirebilirler. Aşağıda Konfüçyüsçülüğün sosyalizme neler getirebileceğini kısaca tartışmak istiyorum.
Sosyalizm teorisini Konfüçyüsçü insan ve düzen anlayışına dayalı olarak yeniden inşa edebilirsek, en azından aşağıdaki dört açıdan bazı atılımlar yapabiliriz:
İlk olarak, duygu temelli sosyalizmin özü ailedir. Konfüçyüsçülük “insan varlığı iyilikseverdir ve en büyük erdem birinin ailesini sevmesidir” dediği için insanlar arasındaki ilişkiyi aile sevgisine dayandırır. Bu tür bir sosyalizm sevgiye dayalıdır ve sosyalizmin önerdiği insanlar arası ilişkinin içsel inşası ile daha uyumludur. Sınıf mücadelesi gibi kurumsal sosyalizm teorisinde gördüğümüz eğilimler soğuktur ve sürdürülebilir değildir. Çin’de sosyalizmin devamlılığı için duygu temelli ve aile temelli sosyalizmin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şunları ciddi olarak düşünmeliyiz: Aile sevgisinin “itici güç” olduğu toplumsal örgütlenmenin var olması ve geniş çaplı bir rol oynaması mümkün müdür? Örneğin, toplumumuzun bireysel hak ve yükümlülüklere dayalı olarak değil duygulara dayalı olarak inşa edilmesi mümkün müdür?
İkinci olarak, Konfüçyüsçülük sosyalizmi hümanist sosyalizm veya spiritüel sosyalizm yapabilir. Şu anda tartıştığımız sosyalizm yalnızca maddi refahla ilgilenir ve esas olarak maddi faydaların dağıtımına ve yeniden dağıtımına odaklanır −buna mevcut Avrupa refah devleti de dahildir. Konfüçyüsçülük başından beri “refahı ve eğitimi” savunmuştur. Bu nedenle eğitim, temel gıda ve giyim sorunları çözüldükten sonra çok değerli olmalıdır. Eğitimin amacı nedir? Amaç propaganda değildir; bireylerin insan hayatının hangi yönde ilerlediğini anlamalarını, onurlu bir insan, sorumluluk almaya istekli bağımsız bir insan olabilmelerini sağlamaktır. Eğitim sosyalizmde nasıl bir rol oynar? Sosyalizmi sadece maddi bir topluluk değil manevi bir topluluk haline getirmek daha önemlidir. Belki de böylesi hümanist bir sosyalizm, refah devleti sosyalizmini aşabilir ve böylece daha iyi bir geleceğe sahip olabilir. Çünkü doğrudan insan kalbine seslenir ve insan kalbi her zaman en önemlisidir. İnsan kalbi varsa, toplum da vardır. Refah devletinin yaygın bir sorumsuzluğa ve can sıkıntısına yol açması muhtemeldir. Bu da toplumun parçalanmasına yol açacaktır. Toplum olmadan sosyalizm nasıl olabilir?
Üçüncü olarak, Konfüçyüsçülük işbirliğine dayalı yönetim açısından bir sosyalist yönetim modeli sağlayabilir. Konfüçyüsçü sosyal yönetim modelinde, küçük ve etkin bir hükümet ile çok-merkezli bir sosyal yönetim örgütü arasında bir işbölümü ve işbirliği görüyoruz. Böyle bir işbölümü ve işbirliği kurumsal sosyalizmdeki mevcut devlet yönetimi anlayışımızdan çok farklıdır. Ancak, bence devlet ve toplum arasındaki bu işbirliği ilişkisi muhtemelen tam olarak uzun vadeli bir yönetim yöntemidir. Bu elbette liberalizm anlayışından farklıdır. Çünkü liberalizm anlayışına göre toplum ve devlet arasındaki ilişki ayrı ve birbirine karşıttır. Konfüçyüsçülüğün sağladığı şey, bu iki alan arasında yakın bir iç içe geçme ve işbirliğidir. Böyle bir sosyal yönetim yöntemi istikrarlı bir toplumsal düzen sağlamada daha etkili olabilir.
Dördüncü olarak, Konfüçyüsçülüğü özümseyerek, Bay Zhang Xiaojun’un az önce söylediği gibi, insan ve doğa arasında uyumu esas alan sosyalizmi geliştirebiliriz. Bu çok önemlidir. Eğer bir toplumsal düzen insanların başlıca endişesini çözemiyorsa, o zaman ömrü nispeten kısa olur. İnsan ve doğanın birliğine olan Çin inancı çok karmaşıktır: Tanrılara dayanmaz; ama insanların hurafelerine de inanmaz. İnsan ve doğa arasındaki ilişkiyi temel alır, bu ilişkiye dayalıdır ve bu yüzden insanın öznelliğini belirler. İnsan her şeyin ruhudur. Ancak bu, aynı zamanda, insana büyük bir sorumluluk da yükler. Bu yüzden, insan dünyanın her zaman canlılık dolu olmasını sağlamak için “gök ve yeryüzünün yarattığı dönüşüme şükran duygusuyla dolu olmak” zorundadır. Böyle bir resim, insanın öznelliğini desteklerken, kendi sınırlarının farkında olma ve doğa için sorumluluk alma bilinci sağlayabilir. Buradan, etkin ve sorumlu ekolojik sosyalizm ve yeşil sosyalizm geliştirebiliriz. Bu tür bir sosyalizm, insanın sosyalizmi değil, her şeyin birliğinin sosyalizmidir.
Yukarıdaki sözler, bir Konfüçyüsçü akademisyenin perspektifinden Çinli sosyalistlere sunmak istediğim bazı önerilerdir. Belki de gelecekte bazı konularda hep birlikte çalışabiliriz.
Ma Guoqing: Toplum, Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki ilişkinin taşıyıcısıdır.
Bugünkü tartışmadan sonra sanırım bu konu daha net bir çerçeveye oturdu ve bazı şeyler ortaya çıkmaya başladı. Ama ortada gerçekten bir geçiş (aşaması) sorunu var: Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasında ne var? Bence toplum kavramına odaklanmalıyız. Bu toplum Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki ilişkinin taşıyıcısıdır. Bu durumda, ülkenin toplum konusuna, toplumun ise ülke konusuna nasıl baktığı önemlidir.
1949’dan sonra ülke ile toplumun bir arada nasıl var olacağı sorununa cevap bulmak aslında aileye düşüyordu. Aile ve klan kavramı her zaman insanların kalplerinde derin köklere sahip olmuştur. 1949’dan sonra ülke ile klan arasındaki ilişkinin bir işbirliği ilişkisi olduğunu söylemek gerekir. Dolayısıyla, bu anlamda ülke kavramının toplumda nasıl anlaşılacağı sorunu kaçınılmaz bir olgudur. Bahsetmek istediğim ilk soru bu. Elbette, bir anlamda aile de ülke ile ilişkisine kıyasla bir iletişim topluluğudur.
İkinci soru din önermesiyle ilgiliydi. O zamanlar, Lingnan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yöneticisi ve Fei Xiaotong’un sınıf arkadaşı olan Yang Qingkun, Weber’in din önermesi hakkında tartışıyordu.
Çin’in geleneksel köylü toplumunda töresel etiği ve toplumsal düzeni kurma kaygısı olan Konfüçyüsçülük, kültürel bir ideoloji haline gelmiştir. Weber’in açıklamasına göre, Batı’nın rasyonel kapitalizmi geliştirebilmesinin altında yatan faktör Protestan ahlakıydı. Çin Konfüçyüsçülüğü ise bu ruhtan yoksundu.
Yang Qingkun, Çin sosyoloji topluluğunda Weber’in önermesini eleştiren ilk akademisyenlerden biriydi. Konfüçyüsçü ahlak anlayışı ile din arasındaki ilişkiyi tartışırken şöyle demişti: “Birçok kültürde, dinin açık etkisi baskın ahlaki değerlerinden kaynaklanır. Çin kültüründeki önemli bir fark şudur: Konfüçyüsçülük etik değerleri tayin ederken, din Konfüçyüsçü ahlak anlayışına doğaüstü destek sağlamaktadır. Bu, Konfüçyüsçülük ile din arasında karşılıklı destek fonksiyonu olarak biçimlenmiştir.”
Üçüncü soru, Konfüçyüsçülük kavramının Doğu Asya toplumu üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Güney Kore’nin başarısı da dahil olmak üzere Doğu Asya toplumunun başarısından bahsettiğimizde, Koreli araştırmacılar motivasyonlarının yalnızca bireyi değil, ulus, topluluk ve toplumu da içerdiğini belirttiler. Güney Kore, Çin’e göre daha belirli bir Konfüçyüsçülük anlayışıyla daha yapılandırılmış bir ilişki sürdürüyor. Örneğin, finansal kriz sırasında Koreliler evlerinde sakladıkları tüm mücevherleri ve elmasları hükümete borç verdiler. Bu, önümüze Konfüçyüs etiğinin yeniden incelenmesi gerektiği sorusunu koyuyor. Başka bir örnek, 1980’lerde Doğu Asya’da gerçekleşen ekonomik mucizedir. Bu mucize vesilesiyle Konfüçyüs etiğinden derinden etkilenen ve insanları Weber’in argümanlarını yeniden düşünmeye sevk eden Güney Koreli Profesör Kim Il-kun, “Konfüçyüsçü Kültür Çevresinde Düzen ve Ekonomi” adlı eserinde, Konfüçyüs kültürünün en büyük özelliğinin, aile grupçuluğunu toplumsal bir düzen olarak kullanması olduğunu belirtmiştir. Bu, “Konfüçyüsçü Kültür Çevresi”ndeki ülkeleri destekleyen ekonomik kalkınmanın direği haline gelmiştir. Fransa’da modern Çin çalışmaları konusunda otoritelerden biri olan Profesör Léon Vandermeersch tarafından yazılan “Asya Kültür Çevresi Çağı” adlı eserde, Doğu Asya’nın ekonomik refahının “Çin Kültür Çevresi”nde Konfüçyüs uygarlığının yeniden canlanmasıyla ilişkili olduğu belirtilmektedir. Amerikalı Profesör Dupont’un kaleme aldığı Zhu Xi’nin (Cu’Şi) Felsefesi ve Liberalizm Geleneği adlı eser, Konfüçyüsçü liberalizme ve bireyciliğe yeni renkler kazandırdı.
Dördüncü olarak, Konfüçyüs etiği ile ekonomik kalkınma arasındaki ilişkiyi tartışırken, başarı motivasyonu çok önemli bir faktördür. Sosyal psikoloji alanında çalışan birçok bilim insanı, farklı ülkelerde yürüttükleri karşılaştırmalı çalışmalar sonunda diğer kültürlerle karşılaştırıldığında Çinlilerin ilişkilere büyük önem verdiği sonucuna varmıştır. İlişkilerde yapılan vurguda gözlenen bu fark, basit bir kan bağı teorisiyle açıklanamaz. Bu fark, Konfüçyüsçülüğün etkisiyle ilgili olmalıdır. Bu beni iş grupları konusunu düşünmeye sevk etti. Chaozhou tüccarları, denizaşırı Çin sermayesinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Tarihsel olarak, Shanxi tüccarları ve Huizhou tüccarları vardı ancak Zhejiang tüccarları ve Chaozhou tüccarları şu anda en aktif olanlar. Son yıllarda Güneydoğu Asya’daki bazı yerleri ziyaret ettim. Başka bir Çin kültür dünyasında, Güneydoğu Asya’daki denizaşırı Çinliler birçok Konfüçyüs bilgeliğini miras almışlardır ve bu miras onları iş ve kurumsal operasyonlarda rol model haline getirmiş. Bence bu şeyleri birlikte tartışmak, şu anda Konfüçyüsçülüğün önemini anlamak açısından oldukça yararlı olabilir.
Xiao Bin: Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki nasıl bir bağlantı vardır?
Konferansın konusu olan Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki ilişkiye geri dönelim. Üç noktaya değineceğim.
Öncelikle, Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki bağlantı noktası nedir? Bağlantı noktası, Konfüçyüsçülük ile sosyalizmin kapitalizm gibi ortak bir düşmanının olmasıdır. Bu konuda çok net olmalıyız. Aksi takdirde, Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki bağlantı noktasını bulamazsak, bu konuyu tartışmak için gerçek bir başlangıç noktasından yoksun kalırız.
İkinci olarak, Konfüçyüsçülük ve sosyalizm ortak bir düşmana sahip oldukları için bağlantılı olmalıdır; ancak hangi tür sosyalizmi seçmeliyiz? Sosyalizmin birçok farklı versiyonu vardır. Genel olarak konuşursak, iki versiyon vardır: Biri bilimsel sosyalizm veya komünizmdir ve diğeri demokratik sosyalizmdir. Bu iki farklı versiyon da kapitalizmin düşmanıdır. Ancak kapitalizmle başa çıkmak için farklı yol ve yöntemlere sahiptirler. Örneğin, bilimsel sosyalizm özel mülkiyeti, sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak ve proletarya diktatörlüğü için daha fazla yöntem benimser. Bu yöntem setinin kapitalizmi gerçekten yenmek istediği için makul bir yanı var. Ancak beraberinde getirdiği sorunlar da çok büyük. Konfüçyüsçülük sosyalizmle ilişkilendirilecekse, bu noktanın kolayca görülememesi olasılığı beni biraz endişelendiriyor. İktidar ile sermaye arasındaki bağı koparmak istiyoruz ve sermayenin kısıtlanması ve sınırlandırılması gerektiğini söylüyoruz. Eğer sosyalist yol buysa, sınıf mücadelesi yöntemini kullanan bu tür bir sosyalist yol bizim kutsal kitabımız mı? Bu nedenle, burada Konfüçyüsçülüğün benimsemek istediği sosyalizmin kurumsal sosyalizm olmayabileceğini özellikle vurgulamak istiyorum. Bunun akademik teorimizde açık olması gerektiğini düşünüyorum ve kurumsal sosyalizm altında Konfüçyüsçülüğün neredeyse bir felaketle karşı karşıya olduğunu unutmamalıyız. Kültür Devrimi de böyleydi: Lin ve Konfüçyüs’ü eleştiriyor ve Konfüçyüsçü okulu deviriyordu. Hukuk ve Konfüçyüsçülüğü eleştiren tarihi hikâyeleri hâlâ hatırlıyoruz. Dolayısıyla Konfüçyüsçülük sosyalizmle ilişkilendirildiğinde, hangi tür sosyalizmin seçildiği kilit öneme sahip olabilir. Konfüçyüsçülüğün öncülerinin iyi bir seçim yaptığını düşünüyorum. Örneğin, Zhang Junmai ve okulu Konfüçyüsçülük ve sosyalizm arasındaki ilişkiden bahsettiklerinde, bunun demokratik sosyalizm olduğunu çok açık bir şekilde belirttiler.
Üçüncü olarak, Konfüçyüsçülük demokratik sosyalizmle bağlantılıdır. Peki, bu Konfüçyüsçülük ne yapabilir? Örneğin, toplumsal değer idealleri ve ahlaki değer normları sağlayabilir. Qiu Feng az önce bir noktaya değindi: Aile. Konfüçyüsçü sosyalizm, aileyi temel olarak almalı. Bu noktaya katılıyorum, ancak aynı zamanda dikkatli olmamız gerektiğini de düşünüyorum. Çin’de son 30 yılda sermayenin genişlemesine bakıldığında, sermayenin sadece güçle birleştiği görülmez; aile de güç ve sermayenin birleştiği tipik bir ortamdır. Zhou Yongkang(4) ve Ling Jihua(5) örneklerinden, sermaye ve güç birleşiminin en iyi taşıyıcısının aile olduğunu anlamak zor değil. Kapitalizme direnmek için ailenin iyi bir seçenek olacağını düşünmüyorum. Özellikle Çin gibi kan bağlarına ve aile sevgisine büyük önem veren bir ortamda, birçok insan birçok şeye direnebilir ancak kan bağlarına, aile sevgisine ve çocuklara direnemez. Bu nedenle, ailenin Konfüçyüs sosyalizminin dayanak noktası olup olamayacağını tartışırken, belirli bir düzeyde dikkatli olmak gerekir. Son 30 yılın deneyimi çok açık.
Chen Shaoming: Konfüçyüsçülüğün sevgide farklılık etiği ile sosyalist eşit refahın birleşimi
Geçtiğimiz iki günde bu konferanstan çok şey öğrendim. Genel his tartışmanın aynı konu hakkında olduğu yönünde; ancak tartışma yöntemleri çok çeşitli. Temel olarak iki farklı düşünme biçimi var: Biri felsefe veya fikir tarihi, diğeri ise sosyoloji ve tarih. Ayaklarımız yere bastığından ve deneyime yakın olduğumuzdan bahsediyoruz ve aynı zamanda bazı tartışmalar ise saf kavramlar üzerine. Konfüçyüsçülük ve sosyalizm gibi büyük bir konu için her iki yön de gereklidir. Çünkü kavramlar hakkında bir tartışma olmazsa ne istediğimizi bilemeyiz; ancak deneyimimizle hiçbir ilgisi yoksa uygulama şansımız olmaz. Bu yüzden, bence bu iki yön birbirini dışlayan konular olmaktan ziyade bir arada var olur. Yapabilme yeteneğimiz varsa, her iki yönü de yapmak daha iyi olur. Eğer yoksa, farklı fikirler elbette normal bir akademik araştırma durumudur. Konfüçyüsçülük ve sosyalizmi iki etik kavram olarak anlıyorum. Sosyalizmi ayrıca belirli bir sistem olarak anlamıyorum.
Bu bağlamda, Konfüçyüsçü “farklı sevgi” etiği ile sosyalizm arasındaki ilişkiye dair soruya cevap vermek istiyorum. Benim anlayışıma göre, Konfüçyüsçü etiği üç cümleyle özetleyebiliriz: Birincisi, sevgide eşitsizlik vardır; ikincisi, akrabaları iyilikseverlik olarak sevmek; üçüncüsü, kendi duygularını başkalarına yaymak. Birinci ve üçüncü cümleler üstünde genellikle tartışma yoktur. Akrabaları iyilikseverlik olarak sevmek, tüm ahlaki duyguların kökeninin buradan başlayarak ebeveyn-çocuk ilişkisi ile bağlantılı olduğu anlamına gelir.
İnsanların gerçek deneyimlerindeki ebeveyn-çocuk ilişkisi umulduğu kadar iyi olmayabilir; ama yine de en kabul edilebilir olanıdır. Kişinin kendi duygularını başkalarına açması, kendi duygularını ve sevgisini daha geniş bir alana yayması anlamına gelir. Bu da “yaşlıyı kendi yaşlın gibi sev” ve “genci kendi çocuğun gibi sev” olarak adlandırılan şeydir. Tartışmak istediğimiz kilit nokta, sıklıkla eleştirilen sevgi eşitsiz oluşudur (eşitsiz sevgi). Sevgideki farklılıklar/eşitsizlikler eleştirilir. Bunun için temel neden tüm insanların eşit olması ve sevginin evrensel olması gerektiğidir. Bu fikrin kaynağı yalnızca Batı değildir. Çin geleneğinde, Mohist “evrensel sevgi” kavramı da bu temel çekiciliğe sahiptir.
Konfüçyüsçülük neden sevginin farklı seviyeleri olduğunu söyler? Bunun için iki açıdan ele alınabilecek bir savunma yapmak istiyorum: Olumsuz ve olumlu. Olumsuz savunma, bir kişinin başkalarına duyduğu sevginin iki faktör içerdiğidir: Biri duygu, diğeri beceri/yeti faktörü. Zigong, Konfüçyüs’e tüm canlıları kurtarmanın iyilikseverlik meselesi olup olmadığını sormuş ve Konfüçyüs, bunu bir azizin bile yapamayacağını söylemiştir. Bu, herkesi sevmek istiyorsanız, sevme yetisine sahip olmanız gerektiğini gösteriyor. Aşk konusunda duygularınız kesinlikle karşınızdaki insanlara yöneliktir, göremediğiniz insanlara değil. En azından olağan koşullarda durum böyledir ve farklı insanlara karşı tutumlarımız farklıdır. Ailenizi ve tanımadığınız birinin ailesini gördüğünüzde aynı duyguları hissetmeniz imkânsızdır. Hangi dini inanca sahip olursa olsun, bir insanın bundan farklı hissedeceğine inanmıyorum. Aksini söyleyen olursa, onun için en fazla, “çok özel bir insansınızdır ama çoğu insan sizin gibi değil” diyebilirim. Eğer durum buysa, doğal olarak önce sevmeniz gereken insanları sevmeyi öğrenmeniz, sonra da bu duyguyu geliştirerek yavaş yavaş başkalarını sevmeyi öğrenmeniz gerektiğini söyleriz. Sevme yetiniz olduğu sürece, sevgi için elinizden geleni yapabilirsiniz. Şunu da bilmeliyiz: Aslında hiçbirimiz herkesi sevme yetisine sahip değiliz. Duygudan değil, yetiden bahsediyorum. Duygu hayal edilebilir, ancak yeti farklıdır. Günlük hayatta en derin ilişki içinde olduğunuz kişi, öncelikle sorumluluğunu almanız gereken kişidir. Bu nedenle Konfüçyüsçülük, sevginin farklılıklar taşıdığını ve sevginin ebeveynlerle başladığını vurgular. Yani, sorumluluğunuz öncelikle ebeveynlerinize karşıdır. Örneğin, burada herhangi birinin hasta bir babası veya annesi varsa ve herkesin eşit sevilmesi gerektiği ilkesini izlersek, hepimiz onunla aynı sorumluluğa sahip olur muyuz? Bu imkânsız. Öyleyse bir eşit sorumluluk sorunu mu var?
Bu sorunun sosyalist etik inançlar sorununa dönüştürülmesi gerekiyor. Bu sosyalist kavramı nasıl adlandırırsak adlandıralım, eşitlik olmazsa olmazdır. Eşitliğin olmadığı bir durum kesinlikle sosyalizm değildir. Bu temel bir kavramdır. Eşitlikte her zaman daha evrensel bir refah dileriz; mutlaka daha yüksek bir refah değil, nispeten adil bir refah. Böyle bir durumda, bir kişinin ebeveynleri veya en yakınları sağlık sorunları yaşıyorsa, bu toplum için iki çözüm vardır: Biri evrensel sağlık sigortası gibi bir sosyal refah sistemi; diğeri ise akrabalarının duygusal sorumluluğu üstlenmesidir. Sosyal refahın sağlanmasını sosyalizm olarak anlıyorum. Ancak sosyalizm tek başına yeterli değildir. Emeklilik sigortası varsa çocukların bu konuda endişelenmesine gerek olmadığını ve uzaklaşabileceklerini söyleyemezsiniz. Ancak bu sorumluluğun tamamen çocuklar tarafından üstlenilmesi gerektiğini de savunamayız; çünkü çocuk bunu taşıyamayabilir. Bu anlamda, Konfüçyüs’ün farklılıklara karşı sevgiye ilişkin etik sorumluluğu, toplumun üyelerinin refahını gözetmekle tutarlı olabilir. İki şeyin aynı toplumda olmasının makul olduğunu düşünüyorum. Bu topluma ister sosyalizm ister kapitalizm diyelim, ne olarak adlandırdığımız önemli değil. Geçmişte, çok az kişi bu ikisi arasındaki ilişkiyi tartıştı. Ancak bunların Konfüçyüsçülük ve sosyalizm konusu hakkında tartışırken gündeme gelmesi doğaldır.
Ayrıca, Xiao Bin’in bahsettiği aile meselesine de değinmek istiyorum. Aile gerçekten önemli bir sorun başlığı. Şimdi, Dört Mayıs Hareketi’nden(6) bu yana bazı insanların neden aileden kurtulmayı savunduğundan bahsediyoruz. Aslında iki faktör var: Birincisi, aile kavramının aile üyeleri, özellikle de daha büyük sorumlulukları olan gençler, üzerinde çok fazla baskı yaratması. Dört Mayıs Hareketi sırasında aileye karşı çıkanların çoğu entelektüel çevrelerdendi. Entelektüel camiada yer almalarının sebebi, çoğunun nispeten kalabalık ailelerden gelmeleri ve bu sayede eğitim görme fırsatına sahip olmalarıdır. Bu kişiler, çeşitli aile yükümlülüklerin getirdiği baskıyı en bariz şekilde hissedebilirler. Ba Jin’in romanlarını okursanız bunu görürsünüz. Daha sonra Komünist Devrim’e katılan ve evlilik özgürlüğü(7) için mücadele eden birçok kişi de dahil olmak üzere, bu durum bununla yakından ilişkilidir. Çoğumuzun fark etmemiş olabileceği bir diğer faktör de, aileye karşı çıkanların, ailenin özel mülkiyetin kökeni olduğuna inanmalarıdır. Xiong Shili(8) buna inanıyordu, Kang Youwei(9) öyle. Kang Youwei, aileyi parçalamak için “Büyük Uyum Kitabı”nı yazdı. Burada bir soru ortaya çıkıyor. Aile, hem olumlu hem de olumsuz bir faktör haline geldi. Mülkiyet sistemimiz açısından bakıldığında, bu sistem bireye değil aileye dayanmaktadır. Dün de söylediğim gibi, hükümet bizden bireylere göre vergi topluyor. Asıl mesele aileden kurtulmak değil, aile ile kamusal yaşam arasındaki sınırı nasıl çizeceğimizdir.
Mevcut hukuk sistemimiz aileyi ne küçültebiliyor ne de kamu yararı alanına genişletebiliyor. Bu yüzden bu konuda haklı olduğunuzu düşünüyorum. Bir süre önce kayırmacı kapitalizm üzerine yapılan bir araştırmada Çin’deki aile servetinin Batı’daki kadar büyük olmadığını gördüm. Çünkü Batı nesiller boyunca biriktirirken, biz kısa sürede biriktirdik ve bu yüzden sorun biraz daha karmaşık. Elbette ailenin çok önemli bir anlamı daha var: Bir kişinin normal kişiliğini geliştirmesi için en temel beşik. Dolayısıyla yeni neslin bazı sorunlarının hâlâ aileden kaynaklandığını söylüyoruz, ki bu da çok önemli bir faktör.
Tang Wenming: “Sosyalizm Konfüçyüsçülükten Geliştirilebilir mi?”
Konfüçyüsçülük ve sosyalizm konusundaki düşüncelerimden bazılarını kısaca aktarmak istiyorum.
Düşünce ve felsefe tarihi açısından bu konunun daha da geliştirilmesi gerekiyor. Dün, modern yeni Konfüçyüsçüler sosyalizmden bahsettiklerinde, Konfüçyüsçülükle olan bağlarının nispeten zayıf olduğunu söylemiştim. Bu nedenle, ister düşünce tarihinin birleştirilmesi ister felsefenin inşası açısından olsun, Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki yakınlığın ilkesel açıdan incelenmesi gereklidir.
Bu yüzden Meng Wentong’a(10) büyük önem veriyorum. Dün Profesör Gan Yang, Meng Wentong’u eleştirdi ve esas olarak Meng Wentong’un devrimi gereğinden fazla vurguladığını söyledi. Devrim teorisinin Konfüçyüsçülük için korunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Konfüçyüsçü ilkelerin ana konularından biridir. Devrim teorisi bir rejime istikrarsızlık getirebilir; ancak amacı yöneticilere bir uyarıcı olarak hizmet etmektir. Han Hanedanlığı’na baktığımızda, Meng Wentong’un da dediği gibi, birçok Konfüçyüsçü devrim teorisinde ısrar etmek yerine kafasının kesilmesini tercih ederdi. Başka bir ifadeyle, Konfüçyüsçülüğün muhafazakârlığı gerçekliğin etik yargısına dayanır ve gerçekliği ölçmek için ideal, aşkın (üstün) bir standardı korumak hâlâ gereklidir.
Konfüçyüsçülük ve sosyalizm üzerine tarihsel araştırmalar konusundaki düşüncem şu: Konfüçyüsçülük bir zamanlar Çin’de mevcut olduğundan ve sosyalizm de Çin’de uzun yıllardır uygulanmakta olduğundan sorulması gereken soru, “sosyalizmin uygulanmasında Konfüçyüsçülüğün nasıl kullanılabileceği” olmalıdır. Başka bir deyişle, sosyalizmi ispatlamak için yalnızca Konfüçyüsçülükten yararlanmak değil, sosyalist pratikteki eksiklikler ve sorunlar üzerinde düşünmek gerekir. Felsefi inşa açısından benim gördüğüm sorun, Konfüçyüsçülüğün sosyalizmi kabul edip edemeyeceği değil Konfüçyüsçülükten bir tür sosyalizm geliştirilip geliştirilemeyeceğidir.
Lü Xinyu: Konfüçyüsçülüğü Çin’in sosyalist partilerinin uygulamalarıyla ilişkilendirmek
Ben de öncelikle aileyle ilgili soruya cevap vereceğim. Benim sınırlı anlayışıma göre, günümüzün yeni-Konfüçyüsçüleri Konfüçyüsçü sorunları iki açıdan ele alıyor.
Bunlardan biri zihin yani bireyin kendini geliştirmesi, Konfüçyüsçülüğün kendi kendini inşasıdır. Elbette, bu Konfüçyüsçülerin hepsi erkek; şimdiye kadar bir kadın Konfüçyüsçü görmedim. Eğer kendini-geliştirme aile biriminde gerçekleşecekse, o zaman başka bir sorun var: Kadınları Konfüçyüsçü olmaya nasıl ikna edebilirsiniz? Aile içindeki güç ilişkisinin kendisi de başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Ailedeki kadınların araçsallaştırılmaması ve yabancılaştırılmamasını sağlamak için ne tür önlemler veya kurumsal düzenlemeler yapılabilir? Bu, feminizme yanıt niteliğinde olmalıdır. Feminizmin bu konudaki kuşkuları kolayca göz ardı edilemez. Aslında, Konfüçyüsçülük şimdiye kadar güçlü bir yanıt vermemiştir. Temel olarak, feminizmi reddetmek için damgalamayı, uçarılık olarak görmeyi tercih eder veya çok uygunsuz bir yol olduğunu söyler. Bu kabul edilemez ve hiçbir etkisi yoktur. Ayrıca, feminizm içinde de ayrımlar vardır. Liberal feminizm ile sosyalist feminizm arasındaki ayrım da çok önemlidir.
Ayrıca, daha da önemli bir nokta şudur: Konfüçyüsçülük ve sosyalizmin ortak düşmanının kapitalizm olduğunu defalarca vurgulamama rağmen, hiç kimse aileyi aile ve özel mülkiyet arasındaki ilişki açısından sorgulamamıştır. Başka bir deyişle, kapitalizmin kaynağı aile özel mülkiyetidir. Dolayısıyla, aile ve özel mülkiyet kan bağıyla birbirine bağlıdır. Bir yandan kapitalizmle mücadele ederken, diğer yandan aileye yatırım yapmak istiyorsak ve aile özel mülkiyetin kaynağıysa, aile düzeyinden kapitalizme nasıl karşı koyabiliriz?
Ancak bugün Konfüçyüsçülük yalnızca zihin ve doğa konusuyla sınırlı değil. “Kurumsallaşmış sosyalizm”i eleştirmek gibi daha önemli bir amacı da var. Şüphem şu ki, şayet kurumsallaşmış sosyalizmi kabul etmezsek, “o halde sosyalizmi değiştirmek mi istiyoruz?” sorusuyla karşılaşacağız. Kurumsallaşmış sosyalizm nedir? Kurumsallaşma ilk otuz yıl mı yoksa son otuz yıl mı? Anayasaya göre, günümüzdeki kurumsallaşmış sosyalizm, işçi sınıfının önderliğinde, işçi-köylü ittifakına dayanan sosyalizmdir. Bu proletarya diktatörlüğüdür. Diktatörlük, işçilerin ve köylülerin iktidarda olması anlamına gelir. Buna proletarya diktatörlüğü denir. Bugün, işçiler ve köylüler artık iktidarda değiller ve dışlanmış durumdalar. Bu dönemde sistemi reforme etmek ne anlama geliyor? Burjuvazinin yasal olarak iktidarı ele geçirmesine izin vermek mi? Burjuvazi iktidardaysa, elbette “kurumsallaşmış sosyalizm”i kabul etmeye gerek yok. “Kurumsallaşmış sosyalizm”den ne anladığımız asıl meseledir.
Rusya ve Çin’deki gibi kırsal devrimlerde, köylülerin toprak talebi hayati önem taşır. Günümüzde Konfüçyüsçüler toprak sistemlerini, ekonomik ilişkileri veya üretim ilişkilerini tartışmazlar. Bu, Liang Shuming(11) gibi Çin Cumhuriyeti’ndeki Konfüçyüsçülerin yöneliminden çok farklıdır. Çin Cumhuriyeti’nde, toprak ve toplumsal yapı sorunları elbette önemli sorunlardı; çünkü bu bir devrim dönemiydi. Rus Devrimi’nin sloganları olan barış, toprak ve ekmek, Sosyal Demokrat Parti tarafından savunulmuştur.
Çin Devrimi, öncü Sun Yat-sen tarafından önerilen toprak haklarının eşitlenmesine dayanıyordu. Rusya ve Çin’de yaşanan her iki devrim kapitalizmin başaramadığını başarmayı amaçlıyordu. Kapitalizmin başarısızlığı kentsel ve kırsal alanlar arasında büyük gelişme farkı ve sınıfsal ayrışma olarak kendini gösterdi. Devrim sürecinde, toprak sorunu ilk etkilenen sorun oldu. Liang Shuming bunu çok iyi anlamıştı. Fakat bir yandan kırsal kesimin sınıfsızlığını vurgularken, diğer yandan kırsal toplumdaki yerel zorbaları ve şeytani seçkinleri (mütegallibe) çok keskin bir dille ve derin bir şekilde eleştirdi. Ayrıca, özellikle yerel özerkliği güçlü bir modern eleştiriye tabi tuttu. Başlangıçta, kırsal kesimin sınıfsızlığından bahsederken aslında yerel zorbaların ve şeytani seçkinlerin olmadığını savundu. Özerkliğin ise, halkı sömürebilmek için yerel bir zorba ve şeytani seçkinleri görevlendirmek olduğunu söyledi. Yerel özerkliğe ve savaş ağalarına yönelik eleştirileri tutarlıdır ve aslında ikisi de sorundur. Dolayısıyla, 20. yüzyılda Çin devriminin tarihsel misyonu tam da bu konuya siyasi çözümler üretmekti.
Liang Shuming’in kırsal uygulamaların başarısız olmasının sebebini “İki Büyük Zorluğumuz” başlıklı makalesinde özetlemiştir: “(1) Sosyal reform ve dönüşümden bahsetmemize rağmen rejime bağımlı olmamız. (2) Kırsal bir hareket olduğumuzu iddia etmemiz; ancak kırsalın hareket etmemesidir. Ancak kırsal yeniden inşanın yürütülmesi hükümetin sorumluluğunda olursa kırsalda idari bir gerileme ve bürokratikleşme yaşanır ki, buna kesinlikle karşı çıkmalıyız. Zira bu rejim de sonunda kırsalın talan ve yağmasına dönüşür. Aslında, köylüler kırsal hareketin kendi mali gücüne sahip olmamasından dolayı ona yeteri kadar yakınlık göstermiyor. Rejime bağımlı olmamız yüzünden hükümeti dönüştürmek için köylülerin yanında olmak yerine, köylüleri dönüştürmek için hükümetin yanında duruyoruz. Bu en sıkıntılı sorun. Köylüler ağır vergi ve harçlardan mustarip ve bunları azaltmaları için onlara yardımcı olamıyoruz. Köylülerin toprağı yok ve onlara toprak veremiyoruz.”
Tüm bu sorunlar siyasi olarak çözülemediği için köylülerin gönülleri de kazanılamıyordu. Bu onun tarihsel açmazıydı. Ancak, aynı zamanda, Çin toplumuna dair değerli ve benzersiz bir bakış açısına sahip olduğunu da gösteriyordu. Dolayısıyla, bir yandan Çin’de toplumsal devrim olasılığını reddederken, diğer yandan yalnızca kültürel birliğe dayanan yeni bir toplumsal inşa yoluyla ulusal birliği sağlamayı umuyordu.
Liang Shuming, sınıfların varlığını reddediyor ve Komünist Parti’nin başarılı olamayacağına inanıyordu. Yeni Çin’in kuruluşu onun üzerinde büyük bir etki bıraktı. 1950’de, Çin Komünist Partisi’nin katkılarını özetleyen “Çin’in Ulus Kurma Yolu”nu yazdı. Komünist Parti’nin ülkeyi birleştirme ve ulusal egemenliği tesis etme konusundaki büyük katkısını tarihsel bir başarı olarak değerlendirdi. Gücü elde etmeninin koşulu olarak, ulusal egemenliği ele geçirecek bir sınıfın varolması gerektiğine inanıyordu.
Çin’de sınıf yoktu ve Komünist Parti yarı-sınıf, yani işçi sınıfını, yani proletaryayı yaratmıştır. Proletarya, Komünist Parti tarafından yaratılmış bir sınıftır. Ancak ulusal egemenliği ele geçirmek için kullanılan sınıf tam da budur; Önce bu yarı-sınıf partiyi inşa etmek için kullanılmış ve ardından parti ordu ve ülkeyi inşa etmek için kullanmıştır.
Kuomintang neden başarısız oldu? Çünkü partinin ideolojik temeli belirsizdi; herkesi kapsıyordu ve tüm halkın partisiydi. Sonuç olarak, güç partide değil kişideydi. Yönetim elde edildi, rejim kuruldu ancak ulusal inşa politikasının Üç Halk İlkesi(12) (“Halk İçin Üç İlke” daha doğru bir ifadedir. ç.n.) mi yoksa kapitalizm mi olduğu belirsizdi. Bir politik yön eksikliği vardı ve böylece güç meşruiyetini yitirdi. Dolayısıyla, Kuomintang’ın başarısız olduğu yerde Komünist Parti başarılı oldu. Komünist Parti, proleter olduğunu iddia etse de dar görüşlü değildi. Aslında çoğunlukla köylülerden ve aydınlardan oluşuyordu. Net bir duruşu ve sıkı bir disiplini vardı, yani güç kişilerin elinde değil partinin elindeydi. Bu, onun yeni demokratik ekonomik çizgisini, gücünü oluşturuyordu ve ordunun iyi koordine edilmesini sağlıyordu.
Liang Shuming, Çin’in toplumsal örgütlenmesini yeniden yapılandırma yeteneği konusunda çok endişeliydi. Komünist Parti, bir toplum örgütü olarak en başarılı örgüttür. Tıpkı Batı Hristiyanlığı gibi eski topluma direndi ve bir kan gölü içinde büyüdü. Bu şekilde, Çin halkının alışkanlıklarını değiştirebilecek yeni bir toplum hayatına sahip olabildi. 20. yüzyılın başlarında herkes Çin’in en büyük sorununun gevşek bir kum yığınına benzeyen toplumsal yapı olduğunu düşünüyordu. Bu bağlamda Liang Shuming, Komünist Parti’nin Çin’in toplumsal ve siyasi yaşamını dönüştürme çabalarına katıldı. Ardından işçiler, köylüler ve devlet arasında kurulan yeni ilişkiye odaklandı. Kuzeydoğu Çin’deki fabrika işçilerinin sosyal yardımlarının devlet, yasalar ve sendikalar tarafından nasıl tamamlandığını ve ayrıca demokratik örgütler ile işçilerin coşkusu/şevki arasındaki ilişkiyi inceledi. Kuzeydoğu Çin ve Shandong’daki çeşitli kırsal kooperatif örgütlenmelerinin toprak reformu hareketleri, Liang Shuming üzerinde derin bir etki bıraktı. Bunun toplum ve idealin birleşimi olduğunu söyledi.
Liang Shuming, Çin’deki demokrasinin toplumsal örgütlenmelere dayanması gerektiğine inanıyor. Oysa, bugün Çinli işçi ve çiftçiler bir örgütsüzleşme sürecinden geçiyor. Bu parçalanmış süreç, Çinli işçi ve çiftçilerin siyasi özne statülerini ve demokrasiye ulaşma olasılıklarını kaybetmelerine neden oldu. Çinli işçi ve çiftçiler için ekonomik ve siyasi demokrasi meselesi, örgütlenme çerçevesi içinde yeniden düşünülmelidir.
Bu, bugün hâlâ Çin’in demokratik sorunlarını anlamanın özünü oluşturmaktadır. Ayrıca Konfüçyüs geleneği, yani toplumsal duygusal bağlılık meselesi de vardır. Liang Shuming, bu duygusal bağlılık konusunun ülkenin kuruluşundaki en önemli sorun olduğunu söylemiştir. İşçiler ve çiftçiler toplumsal yaşamda bilinçli bir öznelliğe sahip olabilirlerse, gerçek bir cumhuriyet olacaktır. 1951’de güneybatıdaki toprak reformu üzerine bir konuşma yazmıştır. 1981’de, 89 yaşındayken, taslağa açıklayıcı notlar eklerken hâlâ “Toprak reformu hareketine ilişkin anlayışım, kurtuluştan sonra bilgilenme anlamında büyük bir ilerleme yaşamış olmamdır” diyordu. Tüm bunlar onun kitle çizgisinden çıkardığı sonuçlardır. Bu sonuçlar Konfüçyüsçülüğü Çin’in sosyalist partilerinin uygulamalarıyla yeniden bir araya getirmiştir.
Lu Huilin: Sosyalizm Konfüçyüsçülüğü mü çağırıyor?
Konfüçyüsçülük ve sosyalizm hakkında geçmişte çok az düşünmüştüm. Bu konuda düşünmek için bana çok ilham veren bu fırsat için çok teşekkür ederim.
Profesör Yao Zhongqiu’nun bahsettiği Konfüçyüsçülük ve sosyalizm arasındaki ilişkinin üç aşamasını tartışmaya devam etmek istiyorum. İlk aşama, Konfüçyüsçülüğün sosyalizmi benimsemesi olarak anlaşılabilir. Bu dönem kabaca 1920’lerden 1940’lara kadar olan dönemdir. O dönemde, bir grup Konfüçyüsçü bilgin, Konfüçyüsçülüğün dayandığı toplumsal ve ekonomik temelin sarsıldığını, küçük köylü ekonomisinin ve Çin toplumunun yaşadığı krizi gördü. Örneğin, Liang Shuming, önerdiği reçete sonraki sosyalist uygulamadan farklı olsa da, böyle bir krizi açıkça görmüştü: Batı’nın endüstri uygarlığı Çin gibi bir tarım toplumu için başa çıkılması gereken büyük bir tehdit oluşturuyordu. Sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, Konfüçyüsçülerin sosyalizmi benimsemesi ilk aşamada büyük ölçüde tek taraflı bir sevgiydi. Az önce bahsedilen kurumsal sosyalizm aşamasına, yani ikinci aşamaya, geçtiğimizde sosyalizmin Konfüçyüsçülüğü terk ettiğini görüyoruz.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, geleneklerle başa çıkma konusunda birçok basit ve ilkel uygulama görüyoruz ve bunlardan ders çıkarmalıyız. O dönemdeki uygulamalar konusunda tarihsel bir anlayışa sahip olmamız gerektiğini dün de söylemiştim. 1950’den sonra, eşitlik bayrağını yükselten sosyalist pratiğin yüz milyonlarca insanı besleme sorununu acilen çözmesi ve Batı kapitalizmiyle rekabet edebilecek daha adil bir modernleşme için sosyal ve ekonomik bir temel oluşturması gerekiyordu. Bir anlamda, küçük aileyi etkileyerek herkesin bolluk içinde yaşayabileceği büyük bir toplum oluşturmaya kararlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu çaba nihayetinde başarısız oldu. Son otuz yıla baktığımızda, Konfüçyüsçülük ve sosyalizm balayı dönemine giriyor gibi görünüyor. İlk otuz yılda, Konfüçyüsçülüğün sesini neredeyse hiç duymadık. Duyulduysa bile, bu, Konfüçyüsçülüğü eleştiren bir sesti. Ancak son otuz yılda, özellikle de son on yılda, giderek daha güçlü bir şekilde Konfüçyüsçülük çağrısı yapan sesler duyduk. Bence, Konfüçyüsçülük bu çağrıya katılmak için acele etmemeli.
Günümüz toplumuna daha yakından bakmak, günümüzün toplumsal gerçekliğini ciddiyetle incelemek ve üzerinde düşünmek gerekiyor. Ardından, katılıp katılmamaya ve nasıl katılacağımıza karar vermeden önce, kimin çağırdığını net bir şekilde anlamamız gerekiyor. Bir yandan, bugün ülkemizin Konfüçyüsçülüğün gelişiminde ilk otuz yıla göre daha elverişli bazı koşullara sahip olduğunu düşünüyorum. Örneğin, üretkenlik otuz yıl öncesiyle kıyaslanamaz düzeyde ve ulus-devlet de her zamankinden daha güçlü. Fakat diğer yandan, ilk otuz yılda karşılaşmadığımız bir krizle karşı karşıya olduğumuzu hissediyorum. Dün yüz milyonlarca göçmen işçinin aile koşullarını anlattım. Bu kadar kalabalık bir insan topluluğu, küçük bir ailede (çekirdek aile) normal bir aile hayatı sürdürmekte zorlanıyor. Konfüçyüsçülük için bu bir kriz değil mi? Böylesi koşullar altında, Konfüçyüsçülük için giderek artan bir çağrı duyuyoruz.
Peki, Çağıran kim? Sosyalizm mi? Biraz muğlak olmayı göze alarak, Konfüçyüsçülüğü belki de post-sosyalizmin çağırdığını söyleyebiliriz. Böyle bir çağrının neden yapıldığını dikkatlice analiz edebiliriz. Profesör Xiao Bin az önce aile ve klan konusundan bahsetti. Geleneksel dönemde klanın nasıl bir toprak sistemi ve aile yapısına dayandığını biliyoruz. Bugün sadece Konfüçyüs değerlerini savunursak ve kalabalık ailelerin, klanların Konfüçyüs değerlerini temsil ettiğine inanırsak şu iki sonuçla karşılaşabiliriz: (1) Bir yandan, küçük ailelerini bile koruyamayan bir insan topluluğu ve (2) diğer yandan ise güçlü aileler veya kayırmacı kapitalizm. Çağdaş Konfüçyüsçülük, ancak durumun farkında olup dikkatli seçimler yaparak böyle bir tehlikeden kaçınabilir.
Günümüzde herkes Konfüçyüsçülüğün kendini sınırlama ihtiyacından bahsediyor. Oysa ben, Konfüçyüsçülüğün toplumsal gerçeklikle yüzleşmesi, üzerinde düşünmesi ve ona dokunması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, sosyalizmin tek adımlık bir süreç olmadığını; eşitlik idealine doğru ilerleyen kademeli bir süreç olduğunu kabul ediyorsak, o zaman Konfüçyüsçülük artan eşitsizliğin toplumsal gerçekliğine tepki vermeli midir? Konfüçyüsçülük bununla ilgilenmiyor, bunun yerine sadece zihne odaklanıyorsa veya toplumu daha uyumlu hale getirmek için bir dizi “teknik” sunuyor ve ardından toplumun daha eşitsiz bir yönde gelişmesine izin veriyorsa, bu durumda bunun bir tuzak olabileceğini düşünüyorum. Özellikle, Konfüçyüsçülük kırsal alanlardaki toprak sorununa ve tahribat sorununa, şehirlerdeki büyük fabrikalaşma ve emek sorunlarına tepki vermiyorsa, Konfüçyüsçülüğün geleceği iki yönde olacaktır: Ya bir müzeye dönüşecek ya da bir dekorasyon veya dış cephe kaplaması haline gelecektir.
Kısacası, Konfüçyüsçülük ile sosyalizm arasındaki ilişkinin üç aşaması hakkında tarihsel bir anlayışa sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum, özellikle de günümüzdeki “Konfüçyüsçülük ve Çin” çalışmaları çılgınlığı hakkında. Kimin çağırdığını ve bunun arkasındaki toplumsal ve ekonomik temelin ne olduğunu düşünmemiz gerekiyor.
Konfüçyüsçü akademisyenler daha proaktif bir tavır takınmalı ve toplumsal gerçeklik düzeyinde daha fazla tepki vermelidir. 1920’ler ve 1930’larda Bay Liang Shuming, Konfüçyüsçülüğü canlandırmak için bir dizi reform planı önermişti. Liang, ne kadar sınırlı olursa olsun, Konfüçyüsçülüğü tehlikeye atan tehdit ve zorluklara pratik eylemlerle karşılık verdi. Konfüçyüsçülüğün bugün gerçekten canlandırılması gerekiyorsa, gerçek zorluklardan kaçınmaması gerektiğini düşünüyorum, aksi takdirde sadece bir temenniden veya hayalden ibaret olacaktır.
Notlar:
(1) Wen kavramı, Konfüçyüsçü ve Taoist felsefede büyük önem taşır. Ancak modern bağlamda özgün anlamını yitirmiştir. Batılı felsefe-edebiyat kavramlarıyla bakıldığında, “edebiyat” veya “kültür” olarak anlaşılma eğilimindedir. Özgün-antik Konfüçyüsçülük ve Taoizm felsefelerinde “wen”, iki boyuta ayrılabilir: “Göklerin ve yerin li’si (aklı)” ve “göklerin ve yerin kalbi”. Wen’in asıl anlamı, göklerin ve yerin li’sini (aklını), göklerin ve yerin kalbiyle hissederek elde edilen “doğal düzenin güzelliği”dir.
(2) Zhi, bir diğer Konfüçyüsçü erdemdir ve “bilgelik” anlamına gelir. Bilgi, bilgeliğin temelidir; ancak Konfüçyüs öğretisinde bilgelik yalnızca bilgi sahibi olmak anlamına gelmez. Aynı zamanda, bu bilgiyle doğru yargılarda bulunma ve doğru kararlar alma kapasitesine sahip olmak anlamına gelir. “Bilgeliğe” sahipseniz, aynı zamanda akla da sahipsiniz demektir. Bu sizi iyi ve kötü, doğru ve yanlış, neyin kabul edilebilir ve kabul edilemez olduğu konusunda sağduyuya sahip bir yapar. Tüm bunları bilmek “bilgelik” olarak adlandırılır. Bilgelik erdemi, ahlaki yaşam ve toplumsal uyumla yakından bağlantılıdır. Konfüçyüs, bilgeliğin yalnızca zekâ değil, ilişkilerde ve yönetimde erdemli davranma yeteneği olduğunu öğretmiştir.
(3) Negara: “On Dokuzuncu Yüzyıl Bali’sinde Tiyatro Devleti” adlı kitap, antropolog Clifford Geertz tarafından 1980 yılında yazılmıştır. Geertz, sömürge öncesi Bali devletinin bir “hidrolik bürokrasi” veya bir doğu despotluğu değil, daha ziyade organize bir gösteri devleti olduğunu savunur. Negara, Endonezya dilinde “ülke” veya “siyasi otorite merkezi” anlamına gelir. Bali’de Geertz, negara’nın zorla değil, ritüeller ve sembollerle yönetilen bir “tiyatro devleti” olduğunu bulmuştur. Bali devleti, tiranlık, fetih veya etkili yönetimde uzmanlaşmamıştı. Bunun yerine, gösteriye önem veriyordu.
(4) Zhou Yongkang, Hu Jintao’nun Devlet Başkanlığı döneminde ÇKP’nin Daimi Komite üyesi ve eski bakan. Xi Jingping’in ilk döneminde yolsuzluktan ömür boyu hapse mahkûm oldu ve partiden atıldı.
(5) Hu Jintao’nun Devlet Başkanlığı döneminde üst düzey ÇKP yöneticisiydi. Xi Jingping’in ilk döneminde yolsuzluktan ömür boyu hapse mahkûm oldu ve partiden atıldı.
(6) 4 Mayıs Hareketi: Almanya’nın 1914’te işgal ettiği Çin’in Shandong bölgesinin Versay Anlaşmasıyla Japonya’ya verilmesini kabul etmek istemesi, karara zayıf tepki vermesi üzerine, 4 Mayıs 1919’da Pekin üniversitesi öğrencilerinin başlattığı anti-emperyalist ve gelenek karşıtı-modernleşmeci bir hareket.
(7) Evlilik özgürlüğü: Kadınlar ve erkekler arasında eşitliği, özgür aşk ve özgür seçime dayalı evliliği, kadınlar için eğitim fırsatlarını, kadınların iş gücüne katılımını, kısacası kadınların özgürleşmesini savunan kadın hareketinin ve başlatılan mücadelenin anıldığı addır.
(8) Xiong Shili (1885 -1968): Yeni Konfüçyüsçü felsefeci.
(9) Kang Youwei (1858-1927): Qing Hanedanlığının son döneminde görev yapan bir reformcu yönetici ve politik düşünür. İdealize edilmiş bir kozmopolit gelecek ütopyası uğruna mülkiyet ve aileye son verilmesi çağrısında bulundu. 1883 yılında Guangzhou’da kadınların ayaklarını bağlama geleneğine karşı çıkan Ayakları Özgürleştirme Topluluğu veya Ayak Bağlama Karşıtı Topluluk’u kurdu.
(10) Meng Wentong: Yeni Konfüçyüsçü bir akademisyen.
(11) Liang Shuming (1893-1988): Qing Hanedanlığının sonları ve erken Cumhuriyet döneminde Kırsal Yeniden Yapılanma Hareketi’nde yer alan Çinli yeni Konfüçyüsçü filozof, politikacı ve yazar. Marksist olmamasına rağmen, bilim insanlarından oluşan bir danışma kurumu olan Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı’nın başkanlık heyetinde de yer aldı.
(12) Üç Halk İlkesi: Çin Cumhuriyet Devriminin (1911) lideri Dr. Sun Yat-sen tarafından Cumhuriyet Dönemi’nde Çin’i geliştirme felsefesinin bir parçası olarak ortaya konan bir siyasi felsefedir. Bu üç ilke genellikle milliyetçilik, demokrasi ve halkın geçim kaynağı (veya refah) olarak özetlenir. Bu ilkeler aynı zamanda Çin Cumhuriyeti milli marşının ilk satırında da yer almaktadır.
Katılımcılar
– Zhang Xiaojun (Department of Sociology, Tsinghua University)
– Yao Zhongqiu (Institute for Advanced Studies in Humanities and Social Sciences, Beihang University)
– Ma Guoqing (Department of Anthropology, Sun Yat-sen University)
– Xiao Bin (School of Politics and Public Administration, Sun Yat-sen University)
– Chen Shaoming (Department of Philosophy, Sun Yat-sen University)
– Tang Wenming (Department of Philosophy, Tsinghua University)
– Lü Xinyu (School of Communication, East China Normal University)
– Lü Huilin (Department of Sociology, Peking University)
Kaynak: https://fareastnotes.blogspot.com/2025/07/konfucyusculuk-ve-sosyalizm.html